30 Aralık 2011 Cuma

3 "X" olmak, olabilmek, AŞK.. Mutlu Yıllar..

Çok sevdiğim birine hediye... Sakallı bir amca, noel baba desen değil, zaten o düzgün bir adam olmadığı için ben onu almam, dede desen değil, garip bir şey. Önünde olan şeye bayıldım. Elimden geldiğince göstermeye çalışacağım. 
X
X  X
X  X
 X   X   
En üstteki X erkektekini temsil ediyor. XX olanlar hayatına girip çıkan kadınlar. Sonra o layık gördüğüne X'ini verdiğinde en alttaki XXX meydana geliyor. Ben çizemedim ama XXX'den çıkan ok kalbe gidiyor. Malumunuz aşk. 

Bu yılın son yazısını neden sahip olmadığım bir şey hakkında yazdım bilmiyorum. Ama hediyeyi aldığım kişi için onu bulmasını çok istedim. Belki biri bir yerde benim için de bunu diliyor, ama duymuyorum, bugün pek konuşmuyorum da, yarın da biraz sessiz olacağım, kusuruma bakmayın. 

Herkese mutlu olduğu bir yıl diliyorum, eğer kendi içinizde mutlu olursanız geri kalan her şey gelip sizi bulacaktır. Önemli olan yeni yıla nasıl girdiğiniz değil, bir yılı hafızanızda nelerle bitirdiğinizdir. Benim kadar şanssız  ve yanlış seçimlerin, yanlış insanların kurbanı değilseniz, eminim burnunuzu silerek başlayıp, silerek bitirmeyeceksinizdir. Tadını çıkartın, en çok da sevdiklerinizin yanınızda olmasının  ve onların da en az sizi sizin onları sevdiğiniz kadar sevmesinin. 

Mutlu yıllar.. 


hep şeyden oldu, biz olduk

Gözünden uyku akarkan yazı yazmak bir hastalıktır. 

Part-1

Olasılıklar dünyası üzerine düşünmeye başladım. Senin şey olman benim şey etmem, hadi hep beraber kaydırağa binelim. Ya da hepimizin belli bir saçmalama kotası olsun, hayatta bir o kadar hata yapabilelim. Bir de 5 kere iki artı iki dört değildir deme hakkımız olsun. Gözlerimizden ağlamayalım, o da çok bir kızarıyor, iki kere ayak parmaklarımızdan bir kere de popomuzdan ağlayalım. Ben saçmaladıkça sen okuma ama. Şu an ortalama olarak ya bunu tanıyoruz diye okuyorsunuz, diğer bir olasılıkla geçmişte yazdınız or gelecekte yazacaksınız. Ama sadece saçmalamaya geldim. Hatta tüm limitlerimi bu gece bitirmeye. Özgürleşmeye. 

Dün hiç tanımadığım birine neredeyse sana aşık olabilir miyim diye sormak istedim, ama bunu o an o kadar çok istedim ki. Tüm saçmalama limitlerimi o an kullanabilirdim, bir an bile düşünmeden, plan yapmadan. Merak eden burayı okuyorsa, bir ara anlatırım ne olduğunu. 

Kendimi daha az seveceğim bir düzlem var mı acaba? Hey paralel evren sen, daha iyi bir insan olmak istiyorum, severken bile aşağılamamak istiyorum, bu mümkün mü? Dürüst olmak değil, rol yapmak, rol çalmak istiyorum. Sadece güzel değil, istediğinizde hepinizi tokatlayacak kadar çılgın olabilirim demek istiyorum. Söyler misin onlara? Bir yerde bir profosör olsaydım, beni en takmayan öğrenciye ulaşmak için ağzımı yırtardım, muhtemelen seviyesiz tartışmadan meslekten men edilirdim. Pek tartışmayı beceremem zaten. Neyi çok becerebilir ki insan, kendinden başka. Ben bitirdim kalmadı bir şey. 

END 

Yukarıdaki kitabın ilk bölümü ben, içimdeki hırçın, dışımdaki aptal, beynimdeki ur tarafından ortak olarak yazılmış, yarın selam vereceğiniz benle hiçbir ilgisi yoktur. Bir diğer deyişle kurgudur, yan yana yanlışlıkla gelmiş kelimelerdir, en az yanlışlıkla ölmek gibi. Bunu okuyor musun bilmiyorum ama okumuyorsan da belli bir süre sonra söylerim, o gün konuşurken anlamamaktan gülmüştük ama buldum galiba "yanlışlıkla ölmek", hayatımda duyduğum en komik şey. Tekrar Murat Menteş okuma isteği uyandıran bir kaşıntı. Abi ben son çıkışı kaçırdım ve öldüm. 

28 Aralık 2011 Çarşamba

Wishlist, bucketlist, newyearlist, whateverlist!


  1. Mezun olmak.
  2. İş bulmak.
  3. Mac sahibi olmak.
  4. Kayak yapmayı öğrenmek. 
  5. Temmuz başında Çeşme'de olmak.
  6. Yazın İtalya'ya gitmek. 
  7. Ehliyet almak ve beraberinde araba sahibi olmak.
  8. Sarışın olmak, ama aklını kaybetmemek.
  9. Spor salonuna kaydolmak. 
  10. Biscolata erkeklerinden birine en yakın numune ile bir çeşit ilişki.
  11. En az 2 Beşiktaş maçına gitmek.
  12. Playoff maçlarından birine mutlaka gitmek.
  13. Eos satın almak.
  14. Kısa süreli bir fotoğraf kursuna gitmek.
  15. Türkiye haritasını işaretlemeye devam etmek. 
  16. Şarap tadımına katılmak.
  17. Ege adalarında uzun bir tatil yapmak, Bozcaada, Gökçeada. 
  18. İnsanlar kendilerini ifade etsin, sus pus oturmasın. 
  19. Kahkaha atmak, ama her hücremde hissederek.
  20. Burcu Esmersoy'un bacakları :)
  21. Muş'a gidip, babamın doğduğu evi görmek. 
  22. Daha az sinirli bir insan olmak. 
  23. Hoşgörülerimi geri kazanmak.
  24. Dost check list yapmak. 
  25. Bu sene doğumgünlerinde her sevdiğime bir hediye almak. 
  26. Sevdiğim bir dostla sokak ortasında önce içip sonra şarkı söyleyerek dans etmek.
  27. En az beş kere alkolden şuurunu kaybetmek. 
  28. Psikoloğuma gitmemek.
  29. Godfather ve yüzüklerin efendisini seyredecek zamana sahip olmak. 
  30. Amerika'ya gitmek. 
  31. Gardrobumu ayıklamak.
  32. Ağzı burnu düzgün bir ilişki yaşamak. 
  33. Sadece mutlu olmak..

26 Aralık 2011 Pazartesi

Futbol'un 2011'i biraz ekşi kokuyordu! Geçecek!

Her alanda bir yılı geride bırakırken, şüphesiz futbol; doğal afetler, haksız yargılanmalar ve tutuklanmalardan sonra gündemin göbeğinde uzun bir süre ikamet etti. Yöneticilerden, futbolculara, teknik adamlara, gol sevinçleri parmaklıklar ardında kaldı, uzun bir süre de öyle olacak gibi gözüküyor. Herhalde TFF başkanının adının bu kadar bilindiği bir dönem ve bu kadar medya önünde bir başkan şimdiye kadar görülmemişti. 

Dün "Büyük Fenerbahçe Mitingi" vardı. Daha önce bu konuda fikrimi kadınlar ve çocuklara ücretsiz bilet ile ilgili olan yazımda yazmıştım. Bütün bu yaşananlar Fenerbahçe taraftarını birbirine daha da yaklaştırdı. Ve daha sert bir taraftar, futbolseverlerden aldığı destekle diğer taraftarlara karşı da yumuşadı. Şansal Büyüka'nın bugün anlattıklarında Fenerbahçe-Galatasaray derbisinin ifademi destekler olduğunu görüyorum. Hepimiz özellikle bu yarının sonları doğru yumuşadık, Türkiye futbolu böyle hatırlanmasın, böyle olmasın dileklerinde birleştik. Artık rakip takım taraftarlarını cam kapı indirmeden, biletleriyle yerlerinde görmek istiyoruz.


Playoff sistemine geçtik ama kim ne kadar biliyor, yürüyecek mi, biz bunu sevmedik mi diyeceğiz merakla bekliyoruz. Ama şöyle bir devre arası puan durumuna bakarsak, üç büyükler ilk dördün içinde herhalde aynı anda yıl ortasında bulunmayalı olmuştu. Acaba bir motivasyon sağlamışmıdır, sezon sonu bunu bize anlatacak. 


Türk Telekom Arena'nın bitmesiyle, her türlü eleştiriye karşın, Türk Futboluna çok güzel bir stadyum kazandırdı. Hala sorduğum neden Şükrü Saraçoğlu'nun üstten ısıtma sistemi orada yok. Bursaspor şampiyonluğun devamını getiremedi. Trabzon, Beşiktaş olma yönünde ya Avrupa ya Sportoto dedi. Hepimiz Avrupa'da zevkle izledik. Abdullah Avcı, Milli Takımımıza hayırlı olsun, Büyükşehir'deki koltuğunu Arif Erdem'e bıraktı. Bülent, Arif, Ümit, Turgay derken UEFA şampiyonları teknik kadrolardaki kotaları hızla dolduruyorlar. 


Yılın her şeyini seçtiğimiz bugünlerde, Boğaziçi Üniversitesi Spor Kulübü'nün Emre Belözoğlu'nun "Yılın Futbolcusu" seçmesinin tepki alacağı belliydi. Annem haberden bana bahsettikten sonra bende okudum. Sözü Ercan Güven'e bırakacağım, o en güzel şekilde ifade etmiş. Emre son zamanda oldukça tepki almış, kendi takımı tarafından dahi birçok hareketi yüzünden eleştiri alan bir futbolcu. Türkiye'de hala hem top oynayışı hem de kişiliğiyle örnek olan ve sevilen çok futbolcu var. Dün Arif Erdem ve İlhan Mansız'ı Ceyhun Yılmaz'ın 21 programında seyrettim ve biz hangi takımı tutarsak tutalım bu adamları seviyoruz. 2000-2001, 2002-2003, bu sezonlar o kadar güzel zamanlardı ki, üçüncülük bu adamlara bir hediyeydi, o kadar çok hak ediyorlardı ki. 


Devre arasında futbolcu almayı, satmayı çok seven Türk Futbolu, en kötü senesini geride bıraktı. Şikesiz, ayakla kazanılan bir 2012 diliyoruz. Arda'da mutlu oldu ya, tabii bu arada futbol oynamayı hatırladı. Bu da bu seneden bize kalan bir anı olsun :)

25 Aralık 2011 Pazar

Eleştiriye kendi alanımdan cevap veriyorum..

Dün gece Starbucks konulu yazımla alakalı gelen bir mail, nelere neden karşı olduğumu bir kez daha bana hatırlattı. Hatırlatmakta fayda var. Ben bir gazeteci değilim, buraya yazdığım hiçbir yazı ne bir tez ne bir makale özelliği taşımıyor. Bana ait alanda, zaman ayıran misafirlerle paylaşmak adına karalamalar yapıyorum. Nasıl yediğim bir yemeği paylaşıyorsam, duyup şaşkınlık duyduğum bazı olayları da paylaşmaya çalışıyorum.

Ortaya politik teoriler sürmeyecek kadar bölüm dışı aktivitede bulunmuş, ve daha çok yönlü bakabildiğini nacizane iddia eden biriyim. 21. Yüzyıl sizler de hak verirsiniz sadece Marx, ya da Keynes, Smith üzerinden çözümlenebilecek bir dönem değil. Kaldı ki, çözüm üretme çabası içerisinde değilim, olsam dahi daha farklı ve geniş tabanlı sorunları önemsemeyi tercih ederim. Yüzlerce araştırma var Türkiye'de ve Dünya'da yoksulluk üzerine. Şu anki bakış açımı ve duyarlılığımı bir devlet üniversitesine nasıl Starbucks girer üzerine kurmak bana daha sığ geliyor affınıza sığınarak. 


Hiçbir düşünce bir diğerinden daha değersiz değildir, "siz" "biz" derken hakkınız olmadan bir grup insanı aşağıladığınızı umarım farkındasınızdır. Bunu hiçkimseye yakıştıramadığımı söylersem kusura bakmayın. Yazımın sonunda "Sermayeye sevgiler" yazmamın sebebi, vakti zamanında yönetim kurulu üyesi olarak yer aldığım aktivitemin sonunda ben ve arkadaşlarımın "Sermaye sizinle gurur duyuyor" şeklinde alkışlanmamızdı. Eski günlerimi yad etmek istedim. Malum söylemler hiç değişmiyor. 


Durumları değerlendirmek için okumak ve biraz ilgili olmak gerekir. Bu sizin iddianızla benim sığ politik teorim, ve bazı noktalardaki aşırı yanlış eleştirilerinizle, herkesin ders alması gerektiğini anlatıyor bizlere. Ermeni beyefendi ölmüştür ve pasta kültürü birçok farklı değerimiz gibi aynı topraklarda komşuluk yaptığımız birçok kültürden bizlere geçmiştir. İnci Pastanesi'nin kime ait olduğunu biliyor musunuz? Pelit Pastanesi sahipleri ikinci ailem gibidir, herkes herkes hakkında dil kemiksiz lütfen konuşmasın. Bilmiyorum aşina mısınız ama "marginal cost" diye bir kavram vardır. Starbucks ve Pelit arasındaki tüketim oranlarını karşılaştırabilirsiniz, bu elbet üretim ve bedel belirleme süreçlerini etkiliyecektir.


Yazımla ilgili her hangi bir yorumu olanlardan ricam, bunu bana kişisel mail atarak değil, yorum kutusunu doldurursanız daha doğru ve herkese ulaşabilecek bir çözüm olur. Evet yorumları denetliyorum ama hakaret çizgisini aşmadığınız, blok kadar serbest bir ortamda izlenimimi paylaşıp, bir kaç soru  sorduğum bir yazı üzerine kişiliğime hakaret etmediğiniz sürece yayınlanacaktır. 


Yazar olmak kadar okuyucu olmak da belli bir terbiye gerektirir. 


Zaman ayırdığınız için teşekkür ediyorum, iyi pazarlar.

24 Aralık 2011 Cumartesi

Kim demiş "Yüksek Topuklar" giyilmeli diye?

Kim demişti bu kız yaşlandı artık ama hala fena değil diye. Tüm iddia makamları keşke dünü benle yaşayabilseydi. Şansınızı kaybettiniz artık. 

Tek tek hızlı adımlarıma ayak uyduran tüm beyefendilere teşekkürlerimi sunuyorum. O alkol seviyesinde görünce bloğunu okuyorum diyenlere ve bunun üzerine sohbet edenlere bir kez daha teşekkür ediyorum. (Bu ara duymayı en sevdiğim şey :)) Kıvrak hanımefendilere daha da büyük bir alkış. Hanımlar, alkol seviyesi arttıkça kalçalar daha hareketli ve kıvrak oluyor, aklınızda bulunsun.  

İnsan kendini en güvende hissettiği yerde ve insanların yanında daha kolay sarhoş olurmuş. Bizde evimizde en sevdiklerimizle dün gece kendimizden geçtik. Alkol çoktu, ama çoğumuz mutluluktan sarhoş olduk, pastaları fırlattık, kaydık düştük, saatlerce dans ettik. 

Yüksek topuk meselesi nereden çıktı peki? Gecenin konsepti film karakterleri idi. Bende şıklığımdan ödün vermemek için kendime en son aldığım siyah minik elbiseyi giydim. Ama hava muhalefeti ile birlikte yağmur çizmelerimi bu klasik elbiseye layık  gördüm, hiç de fena olmadı. Ayaklarımın rahatlığı ile bütün gece zıp zıp zıpladım. Kendim tam olmasada ruhum şıktı. 

Dışarıda kar uçuşturuyor. Herkese yeri gelmişken Merry Christmas. Ozan atkın bende. 

Bugün Twitter'da okuduğum bir sözü sizlerle paylaştıktan sonra iyi haftasonları dileyeceğim. Birde unutmadan, dün gece duvarda, 2012'den beklentilerin üzerine yazıldığı bir kağıt vardı. Bende bir cümle yazdım. "Eski sevgilimle tekrar sevgili olmak istiyorum". Tabii bu cümle orada daha agresif ve üç kelime idi. 

Dün verilen sözleri unutmayalım. 

Atıl bekarlığa veda partine bende geliyorum. Ben de biraz seksi erkek sayılırım ;)  
Özgün diploma törenime ben seni çağırıyorum sen de geliyorsun. 
Bu sözü almadım ama Erinç daha fazla dans etmeliyiz. 

Biz bu akşamda yarında kutluyoruz, neyi mi, birbirimize sahip olduğumuz için ne kadar şanslı olduğumuzu. 

O söz: 

Hayatınla ilgili karar aldığın zaman, o karar seni rahatlamış ama eksik hissettiriyorsa, muhtemelen yanlış bir karar aldın demektir.

22 Aralık 2011 Perşembe

Fransız Devrimi Bugün Müfredattan Kaldırıldı!

Türkiye saati ile saat 10:30'da başlayan oturum ve 45 kişi civarında bir katılımla Fransa Parlamentosu "Ermeni soykırımı iddialarının reddedilmesini suç sayan" yasayı kabul etti. Peki ya bu ne anlama geliyor? Eğer herhangi bir akademisyen, politikacı, gazeteci ya da saf vatandaş, 1915 olaylarını tanımadığını ifade ederse bir yıl hapis cezası ve 45 bin Euroluk bir cezaya çarptırılacak. Bir manada Fransa altını çize çize tarihte bu olay gerçekleşmiştir, aksini sorgulamayı bırakın, cümle içinde kurmayı bile sizlere yasaklıyoruz demeye çalışıyor. Arınç'ın da dediği gibi Galileo ve engizisyon mahkemelerine geri dönüş çağrısıdır. Fikirlerin, tartışmaların, araştırmaların özgür bir ortamda gerçekleştirilebildiği, ve yaptığı bu eylemi bir başka ülke ve insanlarına duyduğu saygıdan yapan bir ülke, bu davranışını açıklamakta zorlanmalı. Zannederiz, cumhurbaşkanları telefonlara da bu sebeple çıkmıyordu.

Yıl 1915, Dünya 1.Dünya Savaşı'nı her cephede yaşıyor. Fransızlar, Türklerle savaşılan bölgelerde Ermenilere üniformayı veriyor ve Türklere karşı savaşıyorlar. O dönemde bir de Ermeni çeteleri var, köyleri basan. O köylüler, yanı başlarında savaş yokmuş gibi, bir de onlara karşı mücadele veriyor. Bunların sonunda, bildiğiniz gibi o zaman Türkiye Cumhuriyeti değil, Osmanlı Devleti var, meclisten Ermeniler için göç kararı alınıyor. Dönem savaş dönemi ve ülkenin bir çok yerinden ateş çıkıyor. 

Yıl 1915, Fransızların yanında savaşa giren Ermeniler Osmanlı askerleri tarafından öldürülüyor. Hatta kiliselere kapatılıp, yakıldıkları dahi söylenir. Bazı kaynaklar buna sürgün yoluyla etnik temizlik de demektedir. Bu Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin soykırım ile ilgili maddesinde zorunlu göç, ya da grupların zorunlu olarak yer değiştirmesi ve buna zorlanması olarak yer alır. Buna göre, soykırım iddiası ile karşı karşıya kalmak için bir ülkenin ya da grubun milyonlarca insanı öldürmüş olmasına gerek yoktur, oldukça geniş tanıma sahip bir kavramdır. 

Türkiye başta o devlet olmadan önce yaşanan bir dönem olduğu için bu suçlamaya taraf olmaması gerektiğini düşünmektedir. Kaldı ki, bu konudaki, rakamlar, belgeler, olayların arkasındaki nedenler hiçbir zaman kamuoyu önünde ya da meclis sıralarında konuşulup, tartışılmamıştır. Böyle bir soykırımdan bahsediyor olsak ,Türkiye'de yaşayan 100.000 Ermeni, Fransa'da yaşayan 500.000 Ermeni, ve Ermenistan'daki insanlar nereden türediler? Bugün Ermenistan devlet başkanı bu duyarlı davranışlarından dolayı Fransa'ya teşekkür etti.  Üzülerek belirtmeliyiz, Fransa kardeşlik adı altında, biz bu olaya tahammül edemiyoruz dediğinden değil, yüz binlerin oluşturduğu lobiden destek almak istiyor. Dünya'da Ermeni Soykırım iddiasının ötesinde, dünya barışını ve insanlığı tehdit eden şu an hala işlenen suçlar var, aynı saygıyı ve ilgiyi Fransa'dan tekrar bekliyoruz. 

Fransa bu yasanın gereksizliğini farkındaydı, ama engel olamadı. Tarihçiler, bilim adamları artık bu konuda susmak zorundalar, en azından Fransa'da. Fransa bu kararla ifade özgürlüğünü yüzyıllar öncesine taşıdı. Şimdi konu boykot. Uluslararası firmaların egemen olduğu, globalleşen dünyada boykot uygulanabilirliği olan bir tepki değil. Sarkozy'nin imzası beklenecek şu anda, bakalım bu sefer yasalaşabilecek mi? 

Tarihte gizlenen yıllar, Fransız politikasının malzemesi oldu. Ve bizler bu kararın arkasından artık Fransız Devrimi üzerine konuşmayı reddediyoruz. Savaş dönemi içinde, şu anda var olmayan bir imparatorluğun aldığı karar, dönemin gerektirdikleri göz önüne alınmadan, kor ülke dahi olmayan bir ülkenin bu sözde soykırımın savunucusu olması, dikkat edin ekonominize, Avrupa yanıyor deme ihtiyacı uyandırmıyor mu bizde? 

Soykırım dediğim anda "cık" diyen Cem Görgün'e, kendisi Fransız mürebbiyeyle büyümüştür, sorularımı sıkılmadan cevaplandırdığı için teşekkür ediyorum. İtalyan restoranında bunu konuştuğumuz için sizinle bal kabağı çorbasını paylaşmak istedim. Sonuç olarak esip gürlesek de, şu an yapılabilecek çok bir şey maalesef yok, hele tarihçiler bile bir konu hakkında konuşamıyorsa. Beklenmeyen bir sonuç değil, ama artık lütfen Türkiye- Fransa dostluğu üzerinde konuşmayalım. Bir cumhurbaşkanı bir devlet olur mu, evet Avrupa'da tablo Türkiye'ye pek benzemiyor. En beklenmeyen Ermenistan'dan gelen açıklama idi, ama oldu. 

8 Adımda Fransa'dan elimizi ayağımızı çektik, ama bilgilerinize Danone, Tefal, Loreal, Peugeot, bir çok kozmetik ürünü Fransız malı. Şu an biz konuşmayalım, Fransa 45 kişi ile oynadığı demokrasi oyunu, ve neden bu kararı aldığını düşünsün, bana sorarsanız açıklayamayacakları mantık ve siyaset sınırları içerisine sığmayan bir karar. 


Starbucks Türkiye'den "Bir Başka Starbucks Hikayesi" üzerine gelen yorum! Bilgilerinize!

Yazı birkaç günlük olduğundan, gözden kaçmaması adına Starbucks Türkiye'den gelen yorumu sizinle tekrar paylaşıyorum. Onların ilgilerine ve paylaşımlarına ayrıca  çok teşekkür ediyorum.


Merhaba Merve Hanım,

Yazınızda yer alan değerlendirmeleriniz için teşekkür ederiz. Bu doğrultuda markamız ile ilgili birkaç önemli bilgiyi bu vesileyle sizinle paylaşmaktan mutluluk duyarız. 

Starbucks Türkiye’nin, ülkemizdeki tüm mağazalarının mülkiyet hakkı ve işletmesi, tamamı ile şirketimiz Shaya Kahve’ye aittir. Starbucks markasını sunan Shaya Kahve A.Ş.; 1000’den fazla Türk vatandaşına kayıtlı iş ve sosyal güvence sağlayan, 100’den fazla Türk tedarikçisiyle binlerce aileye iş imkanı yaratan, T.C. Hükümeti’ne vergi ödeyen bir Türk şirketidir. 

Diğer yandan sizin de yazınızda belirtmiş olduğunuz gibi; Starbucks Türkiye, 1000’den fazla istihdam sağlamanın yanısıra, sadece çalışanları için değil, iş hacmi ile yerel tedarikçilere de pozitif katkı sağlamaktadır. Türkiye’de yaklaşık 100 lokal firma ile çalışmaktayız. Mağazalarımızda satışa sunduğumuz yiyeceklerimizin bir çoğu yiyecek&içecek departmanımızın yönetiminde Türk damak tadına uygun reçeteler oluşturulmaya çalışarak yerel firmalar tarafından hazırlanmaktadır. 

Değerlendirmeleriniz için bir kez daha teşekkür eder; sizi mağazalarımızda ağırlamaktan her zaman mutluluk duyacağımızı belirtmek isteriz.

Saygılarımızla,
Deniz Kaya
Starbucks Türkiye

21 Aralık 2011 Çarşamba

Everybody says I love you !

If he/she loves you, this is really good reason to love him/her!

Önce Annie Hall, sonra tekrar Vicky Cristina Barcelona, 5 kez Everybody Says I love You, Everyting You Always Wanted to Know About Sex, Match Point, şimdi Midnight in Paris. Woody Allen'dan sıkılınır mı? Hayır, liste çok uzun, daha görülmesi gereken onlarca film var. 

Woody Allen bana sorarsanız 3 Oscar, 88 ödül, 101 adaylığın yanı sıra modern zamanların belki de tek filozofu. 76 yaşında hala üretmeye devam eden bir makine. Zamana, akla, aşka ve sorulara saygı duruşunda bulunan bir yazar. 

Woody Allen karakterleri çok çeşitli olmak isteseler de olamazlar. Hep toplumun bir adım ilerisinden, dönüp onları seyredip, kendilerinin onlarla neden aynı yerde durmadığını sorgularlar. Her gün göreceğiniz tipler olmamakla, farklı, hatta topluma zor uyum sağlayan, ama hiçbir zaman dışlanmamış ya da toplumdan atılmamış, aksine bir parçası olma şansını yakalayıp, kendilerini ifade edecek ortamı bulmuşlardır. Bu yüzden filmleri hep yalnız olma korkusu ve Allen'ın bakış açısının renkliliğinin yarattığı eğlence hisleri arasındaki kavga gibidir. Terkedilirsin ya da beklemediğin bir anda sevilirsin, hiçbiri sürpriz değildir karakter için ama bir travmaya dönüşür, sevmenin doğallığı ve gerekliliği kadar bağlanmanın şeytaniliği ve korkusu aynı cümlelerde, mimiklerde yer bulur kendine. 

Woody Allen'ı izlemek bir karmaşa, cümleleri çıkmaz sokak olsa da, bir yer vardır ki, sen onu anlarsın ve nedense hep onun yanında olursun, hatta haklı bulur, bir de hayran olursun. Midnight in Paris'te Wilson mükemmel bir karakter. Hayalleri, istekleri, bakış açısı farklı ama toplumun içinde belli bir uyumla hayatta kalmayı başarıyor. Ve ona saygı duyuyorlar, her zaman anlıyorlar mı hayır ama takdirlerini yer yer kazanmayı başarıyor. Allen filmlerinde bu karakterler hep var. Belki de kendini gördüğü hali perdeye yansıtıyor. 

Okuyor, okuyor, tecrübelerini her cümleye sığdırıyor, ve bir tarih yazıyor, tarih oluyor. 

Woody Allen yaşayan bir efsane, ve kuşkusuz o olmak çok eğlenceli bir şey olmalı, ve zavallı bizler sadece kısıtlı sürelerde o eğlencenin bir parçası olabiliyoruz. 

Woody Allen ve daha fazlası için lütfen buraya basın.

A lover who writes poets, not funny!

Bazen dönüp yeniden yaşamak,
Bazen en başından silip atmak.
Gece güne dönsün,
Sen yeniden kendin olmayı beklersin.
Bitirmek yeni bir umut, başlamak hayal kırıklığı,
Hatırlamak ince sızı, unutmak kalp ağrısı..
Şimdi dönüp ben sana kim olduğunu söylerdim ama,
Sen beni duymazsın, duymazsın ki, gidebilesin,
Gidebilesin ki, hayat devam etsin.
Bana boğazımda bir düğüm,
Sana ağır bir yük,
Yoldayız ama hep aynı yerde..

19 Aralık 2011 Pazartesi

Bir Başka Starbucks Hikayesi

Emperyalizmi, Amerikan Kültürünü, sermayeyi, tüketim alışkanlıklarını bir kenara bırakıp, hikayenin kamera arkasında neler olduğuna bakmak gerekmiş, bugün bir kez daha anladım. Pahalılığına, kahve kültürüne, sermayesine her fırsatta karşı çıkılan Starbucks pastalarını Pelit Pastaneleri'nden alıyormuş. Ben çok şaşırdım. Hep o sandviçlerin ya da pastaların kendilerine ait bir merkezden paketli ya da kutulu olarak geldiğini düşünmüştüm. Halbuki verdiğim paraların bir kısmı halis mulis Türk bir markanın kasasına gidiyormuş. Pelit Pastanesi'nden konuştuğum beyefendi Bella Vista ve Cheese Cake'leri kendilerinin verdiğini bizzat söyledi. İlginç olan pastaların fiyatlarının Starbucks'ta daha uygun fiyata olması. Ben bugün Bella Vista'ya 9 TL verdim, ve açıkcası Starbucks'ta böyle bir fiyat hatırlamıyorum. Yani bu demekki Türk üretici Amerikan emperyalizmi ve yarattığı kültür üzerinden iki kat ve daha fazla kar güdüyor. Hatta bunu fark eden köylü, mahalle kahvesine değil, amerikan kahvesine gidiyor. Ve sanırım Starbucks'ta 6,25, yanlışım varsa lütfen düzeltin. 

Resmi ters çevirdiğinizde ortaya glokalleşme benzeri bir portre çıkıyor. Belki bu bir McTurco örneği değil ama bana sorarsanız bu çok acıklı bir aşk hikayesi. Tam da Feriha meselesi var, ben diziyi tam bilemesem de. Yani bir yalan var, herkes kimin kim olduğunu bilmiyor ve yanlış, önyargılı kararlar veriyor. 

Türk kahvesi vazgeçilmez kültür, sütlü kahve Türkiye'de çok sevilirken, bunu biraz daha aroma, sos, krema ile karıştırıp bize kültür olarak sattığı ve bunun üzerinden tüm dünyayı sömürdüğü iddia edilen davalı makamı, Türkiye'de yüzlerce şubesi ile yüksek rakamlarda istihdam sağlamış, bir günde milyon üzerinde müşteriye hizmet vermiş aynı zamanda bir çok farklı sektörde (su,soda,meyve suyu,pasta,sandviç) "Türk" üreticiye pazar oluşturmuştur. Ve ticaretinin adaletsiz bulunduğunun iddia edilmesine sebep olan ve onunda kor ürünü olan kahve, jenerik ürün olmasına karşın diğer ürünlerin çeşitliliği ile karşılaştırıldığında toplamda daha küçük bir paya sahip olmaktadır. 

Bizler madem hem yabancı kültürün hem de yabancı sermayelerin karşısındayız, ben neden bu resimde daha çok bu ülkeye katkı payı görüyorum. Sadece isim ve jenerik ürünle pazara dahil olan bir dünya markası, o ülkenin hem pazarına, hem kültürüne uyum sağlıyor, bir de ayak oluyor. Ben bu noktadan sonra bunu neden bir Türk markasının başaramadığına bakarım, o soruda beni aşar. 

Demek istediğim bu ülkede Özal deyince özelleşme, Erbakan deyince şeriat demek üzerine kurulu isim cevap oyunları rafa kalkmalı. Starbucks eşit değilmiş yabancı sermaye, emperyalizm, istila, kültür yozlaşması, sınıflaşma. Ve maalesef pastacılığı Ermeni bir ustadan öğrenen gece gündüz çalışıp, çocuklarına hepimizin bildiği bir markayı bırakan bir Türk'ün eseriymiş aslında Starbucks dediğimiz, en azından tatlı kısmı. Biliyorum çoğunuz Cheese Cake'lerine bayılıyorsunuz. 

Bu ülke yoldaşları Starbucks'ı sevemiyor, ama kendini de sevmeyi becerememiş oluyor bilmeden. Tüm Dünyadaki resme baktığımızda fair trade örneği varmı o bile sorgulamaya açıkken, benim kafam karıştı.

Sermayeye sevgilerimle,

15 Aralık 2011 Perşembe

Yurdum İnsanı Bir De Benim Halim..

Toplu iğne ağırlığı kadar hafif, huzurlu bir uyku uyumuşum. Bunda dün zor bir gün geçirmemin, canım arkadaşımın bana "sen hep yalnız olmayı seçtin" ama demesinin, benim de artık o kadar da yalnız olmasam diye hıçkırıklarımın etkisi limit sonsuza giderken. Velasılı gündüz bu kadar yüzleşme, kırgınlık, sessizlik ve bir dolu hayal kırıklığını yaşayınca, gecesi bu kadar hafif oluyor, siz de rüyalarınız da kararlarınız da hafifliyor. 

Rüyamda bir arkadaşım ile beraber, ama kendisini henüz tanımıyorum, arabayla ormanın içindeydik. Kanal bölgesi, ağaçlar, eski binalar, dini mekanlar, sağa sola baka baka sanırım bir rehber de vardı dolanıyoruz. Üzerimde strablez yere kadar bir elbise var. Bir anda beyaz bir bina gördüm, biraz yukarıda kalıyordu, füme sanki taştan gibi görülen bir kapısı vardı. Kubbesi iri gri taşlardan yapılı olup, bütün ışığı emmiş, beyaz bina tepeden tırnağa sararmıştı. O an ne kadar fotoğrafını çekmeyi istediğimi anlatamam. Sanırım bu bir süredir ben ona vakit ayırmadığım için bana bir ihtardı. Aksi gibi makinemde yanımda yoktu. Ben bu anlattığım kareyi resmen gözümle çektim. 

Bu akşam kamera başında olacağım, şu an saatleri sayıyorum, çabuk çabuk geçsin. Ama önce madem neşeli keyifli bir sabahtayız (bu bir süredir yazıların çok melankolik diyenlere gelsin) biraz yurdum insanlarına gülebiliriz. Buyurun efendim, gezilerden akılda kalan abuk tabelaları sizin için serpiştiriyorum. Nedir bu milletin çocuklar ile olan derdi acaba? (Resimler Eskişehir'den) İngilizce yazım hatalı tabelaları klişe buldum, açıkcası bu sabah onlara gülmedim, o yüzden siz oturun bir "residınz" yazmayı deneyin.


Günaydın, bugün güzel bir gün. 

13 Aralık 2011 Salı

Bana Yalan Söyle, lütfen !

Müzik ve Cem'in ilham kaynaklarından oluşan bir öğle yemeği..


Tanışma: The Invention of Lying


Devir malum, dönüp insanlara hiç yalan söyledin mi diye soramıyorsun, en masum haliyle beyaz yalanlara ne kadar sıklıkla başvurursunuz iyi bir başlangıç. Keşke adım ölçer gibi, sizin yalan söyleyip söylemediğinizi değil de günde ne kadar yalan söylediğinizi ölçebilen bir alet olsa ve biz doğrunun aslında nesli tükenmekte olan sevimli kuşumuz olduğu gerçeğiyle masaya oturup güzel  bir veda konuşması yapsak. Doydun mu, hayır, rujum yakışmış mı, hayır, o filmi seyrettin mi, hayır, benimle bir ilişki istiyor musun, hayır, bugün keyfini bozan bir şey oldu mu, hayır, şu an onu öldürmek istiyor musun, hayır. Zahmet olmazsa tüm hayırları bir evet yapabilir miyiz? Gün içinde o kadar çok diyaloğa maruz kalıyoruz ki, bazen istemeden herhangi bir cevap ağzımızdan fırlayıveriyor. Şimdi ne olacak, biz bu yalanımız yüzünden yargılanacak mıyız? Tabii ki hayır, iki yalan bir doğru ederse, söyle bir tane daha, zamanla sen bile inanırsın. 

Beyaz, siyah, kırmızı, pembe, cırtlak mor.. Ee şimdi ben futbola aşığım desem, ne malum şikeci demeyecekleri, en iyisi ben futboldan hiç mi hiç anlamayan, Marx'ı hiç okumamış, hatta hiç aşık olmamış, pilavı da zeytinyağlı yiyen bir kız olabilirim. Sadece sorular ve cevaplar. 

The Invention of Lying duyduğuma göre, kimsenin yalanın varlığından haberinin olmadığı bir dönemde yerde biten bir çakalın yalanı ve tatlı meyvelerini keşfetmesini anlatıyormuş. Yapılacaklar listemde yerini aldı ancak size bir dipnot vereyim filmi izlemeden: Yalanın icadının sonunda din ortaya çıkıyormuş. 

Sizi tanıyor muyum? 

12 Aralık 2011 Pazartesi

Waiting For Godot.

Samuel Beckett'in bu eserini izlemiş olma olasılığınızı düşük olduğu gerçeği ile yüz yüzeyim, sakin olun. Ama son zamanlarda çoğu insandan bunu bir deyim kullanma rahatlığında işittim. Gerçek olmayan ya da gerçekleşemeyecek birini, bir şeyi beklemek. O zaman "Godot'u bekler gibi" doğru yerde kullanılmış oluyor. İnanın Samuel Beckett'in öyle kaygıları yoktu, adam kendi absürt, ama duysa mutlu olurdu. 

Ağır aksak ideoloji olarak adlandırdığım ve beni en az Godot'u beklemek kadar gülümseten bir durum var. Eskiyi özleyen, ama asla dönemeyeceğini bilen, modifiye etmeye çalışırken karşı durduğu görüşlere daha çok yakınlaşan, diğer bir deyişle Godot'u beklerken kendi Godot'larını dirilten ya da yaratan Vladimir ve Estragonlar. 

Erdoğan Godot mu, sanırım birçok insan böyle düşünüyor. Marx bir gün gelir ve tüm işçiler birleşin der mi, sanmam, kapitalizmden sonraki dönemeç komunizm ya da sosyalizm olmayacak, hala buna inanmak isteyenler varsa üzgünüm. 

Neyin ya da kimin geleceğini bilmeden, bana sorarsanız Godot'u beklemek çok saygı duyulacak bir davranış, cesaret örneği. Hele de herkesin kontrol delisi olduğu ve kendi canavarlarını kendi yaratıp, üstüne bir de yok ettiği zamanlarda..

Evet, ben izledim, bence siz de yapın. Godot'un gelmesini beklemeyin, çünkü gelmeyecek. 


11 Aralık 2011 Pazar

Bestseller-Read in 30 Seconds

Kişisel gelişim kitapları her zaman talep edilir ancak, hap kitap dediklerimiz rafları işgal etmiş durumdalar. Neler var neler yok diye bakmak isterken "30 Seconds" serisi beni yakaladı. Eğer ben felsefe, psikoloji ya da ekonomi okumuyorum, bu konulardaki jargona biraz da olsa hakim olmak istiyorum ya da iyi bir kütüphanem var, bu eserler içerisinde yer alsın istiyorum diyenlerdensiniz, sizin için çok faydalı bir seri olmuş. Otuz saniye her kavramın 30 saniye içinde okunabilmesinden geliyor. Görselleri sürreal çalışmaları seviyorsanız sizi mutlu edecektir. Ben felsefeden yana ilk hakkımı kullandım. Elinize bir aldınız mı bırakamıyorsunuz inanın. 

Hızlı yaşıyoruz ve hızlı tüketiyoruz. Kitaplar bana sorarsanız var olmak için savaş veriyorlar.  Filozofların orijinal metinlerini sadece alanı buna müsait olan bireyler okuyabiliyor, geri kalanlara ise tabiri caizse hap kitaplar kalıyor. Ne şanslıyız ki, artık o kadar fazla var ki onlardan. Daha da sevindirici olan insanların bunlara ilgi duyması. Herkese iyi pazarlar. Bugün kitap okumaya biraz zaman ayırın.

9 Aralık 2011 Cuma

"Yangın Var" koşun komşilar!!

Sıcacık bir insan hikayesi. İki uçtan. Biri Diyarbakırlı itfaiye müdiresi, diğeri Artvin doğumlu Trabzonlu itfaiye şoförü. İki belediye başkanı, hibe edilmiş bir kamyon. Çayırbağ'ın sesi ta Diyarbakır'dan duyulmuş, tek amaç ülkenin yangınlarını söndürmek. 

Yangının izlemeye başladıktan bir süre sonra metafor olduğunu fark ediyorsunuz. Ülkenin farklı yerlerinde dertler var, aslında biraz da ortaklar ama söndürmeye kimsenin gücü yetmiyor. Bir de öğreniyoruz ki, yağmur yangını daha da kötü bir hale getirirmiş. Diyarbakır'da Kürtçe, Artvin'de gürcüce konuşuyor neredeyse herkes. Sonra ee ben bir şey anlamıyorum diye sinirleniyorlar. Derdimiz de bu değil mi, orta yolu bulmak, anlaşabilmek. Altı çizilerek, espri şapkası altında şive diyorlar bu iki dile. Şivenin Türkçe'de ne demek olduğunu bilirseniz sizi gerçekten gülümsetir. 


Çocuk tüm masumluğuyla bizim oralarda birinci sınıfa öğretmene bakmaca yılı denir diyor ve kardeşlerinin neden Türkçe bilmediğini anlatıyor Koşman'a. "Yangın Var"ın tasası derdi yok, o kadar sıcak, o kadar bizlerden ve içten ki, Hatay'da bana neden "hello" dediklerini bir kez daha anladım çocukların. Türk filmlerini elimden geldiğince izlemeye çalışırım ama açıkça söylemeliyim ki yıllardır beni bu kadar mutlu salondan ayıranı olmamıştı. 

Ağlatmayan bir film olduğu yazılmıştı ancak ben iki yerde kendimi tutamadım. Biri Ahmet Kaya'nın o güzel şarkısı, dinlemeyeli çok olmuş fark etmeden, diğeri ise Artvin'deki gelin türküsü. İkisi de o kadar içe işliyordu ki, elde değildi tepkisiz kalmak. 

Daha bugün vizyona girdiği için daha fazla yorumda bulunmayacağım, size haksızlık etmeyeyim. İtfaiye size ne ifade ediyor bilmiyorum ama bu film için öyle bir hikaye malzemesi olmuş ki. Beyaz perdede ne zamandır güldüren Ege hikayelerini seyretmeye bir ölçüde maruz bırakılırken, bana bu film çok iyi geldi, ve güldüğüm her sahnede içten kahkahalar attım, tabii bu sırada salonda yalnız olmamın yardımı olmadı diyemem. 

Filmde Selvi Boylum Al Yazmalım'a bir saygı duruşu var. Ben kendi adıma, beyaz perdede insanı en saf olduğu haliyle izlemeyi çok özlemiştim, her karakter o kadar gerçekti ve perdeden uzanıp senin elini tutuyordu ki, ben buna film diyorum. Teşekkür ederiz. 

Aklımda tek bir dize var.

"Acı çekmek özgürlükse özgürüz ikimizde." Aylardır kendimi ifade etmek için neredeyse kitap yazdım, buymuş aradığım. Sağol üstat. 


7 Aralık 2011 Çarşamba

"Dedemin İnsanlarını" okuyabilmek?

Elimize aldığımız her kitap, izlediğimiz her film üzerine bir okuma yaparız. Tabii oturup okuyamayız ama onu kendi penceremizden yorumlarız. Bu yüzdendir ki, herkes farklı bir yönden okuma yapabilir ve o mesajı kendine saklar. Mesela, herkesin gülüp eğlendiği şarkılar söylediği bir opera üzerine kapitalist düzen eleştirisi okuması yapabilir, yeni metaforlar adlandırabilir, farklı sonlar yazabilirsiniz. 

Dedemin İnsanları farklı motivasyonlarla, farklı okumalara gebe olan bir filmdi. Son dönemde Ege yorumlamaları beyaz perdede daha sık görürken, Çağan Irmak yine bildiği dili ve oyuncuları hikayesine yerleştirmişti. "Yangın Var" 9 Aralık'ta vizyona girecek, üzerine söylenen ise ağlatmadan güldürebilmesi yetisi. Bu taş biraz da Çağan Irmak'a isabet ediyor. Artık izleyici tarafından kanıksanmış bir durum, Çağan filminden çıkıyorsanız biraz burnunuzu çekersiniz. Evet, çekiyoruz, çünkü belli bir neslin çocukluğuna belli bir neslin ise umutlarına dokunabilen bir yazar ve yönetmen Çağan Irmak. 

Çetin Tekindor hikayenin özünü anlatırken biz ne oralı ne buralı olduk diyor. Oradan sürülen bir nesil, Türkiye'ye geldiklerinde ise gavur muamelesi görüyor. Ben filmi sanırım biraz da zamanın sorunlarıyla harmanlayarak bir okuma yaparak yorumladım. Ege'nin insanının yarısı göçmendir, bir yere savrulmuş, bir yerden gelip tutunmuş, yörenin de neşesi olmuş, bugün bildiğimiz o Efe imajının mimarıdır. Resmi alın Kürt problemini içine koyun. Kurtuluş Savaşı'nda yan yana savaşmış, bir medeniyeti beraber kurmuş, yıllardır aynı toprakları, sokakları paylaşmış şimdinin deyimiyle iki millet. Bazen nerede nasıl büyürsen ruhun oradan bir çocuk, 10 yıl sonrasından bir delikanlı yetiştirir. Önemli olan nerede doğduğun, hürriyetin değil, nasıl ve nereye ait hissettiğindir. 

Bence filmin bize bir mesajı var. Köken, doğum yeri, dil ayırmaksızın biz birbirimizin insanlarıyız. Ne giden ilk gün olduğu gibi, ne de kalan ilk gittiği gün gibi olacaktır. Aynı suyu içmek, aynı sırada oturmak, aynı ezanı duymak, aynı şarkıyı dinlemek, bunların önemi yok mu artık, aynı dünü yaşamışken, neden bu kadar gayrı düşünür olduk? 

Ben cevap veremedim, ama masada ayağa kalkıp İstiklal Marşı'nı okuduklarında herkes kadar tüylerim diken diken oldu. Deniz Çocuklarla beraber bugünün Mehmetlerini düşündüm, içim acıdı. 

Eline sağlık Çağan Irmak, bize dokundun yine, inşallah insan olmayı hatırlatırsın izleyicilere. Ben biraz kaybettik diye korkar oldum bu günlerde.

3 Aralık 2011 Cumartesi

A Dangerous Method

Bu yazı bana iki saat boyunca eşlik eden Zeynebime ithaf edilmiştir :)

Black Swan'in ardından Natalie Portman için ne düşündüysek, bu filmde daha da fazlasını Keire Knightley hakediyor kuşkusuz. İki çok güçlü adam, Jung ve Freud'un arasında seksin ölüme benzer  olduğunu düşünen ve bunu araştırmalarına yansıtan, önce hasta sonra doktor olan bir kadın. Özellikle ilk yarısında kriz anlarında ister istemez siz bile irkiliyorsunuz. Vücudundaki tüm kasları bu denli kontrol ederek oyunculuğuna yansıtması gerçekten muazzam. Jung ve Freud başlarda birbirleriyle iyi geçinselerde, maalesef bunu sürdüremiyorlar. İster istemez filmi seyrederken Jung'un tarafını tutuyorsunuz, yani film sizi buna yönlendiriyor. Freud ise dokunulmayan hatta tartışılamayan bir otorite olarak kalıyor. Jung'un film süresince savunduğu ise bireylere karşı sen hastasın demekten ve teşhis koymaktan fazlasının bir doktor tarafından sağlanması gerektiği. Onların hayatlarını değiştirmek ve bu değişim sürecindeki yolları onlar için çizebilmek; film boyunca da bunun savaşını veriyor. 

Türkiye'deki afişleri beğenmediğimi söyleyebilirim, kafaları sanki kesilip oturtulmuş gibi, iç içe olan afiş çok daha etkileyici. Duyduğum kadarıyla görmeyen kalmadı filmi. Wagner filmde iyi bir yere sahip, sanırım sondaki müzik de kendisine ait. Bir modern opera öğrencisi olarak bunu teyit etmem gerekirdi ama iç güdülerime inanmayı tercih ediyorum. 

İyi seyirler ve haftasonları..

Birçoğunuzun ilgisini çekmeyeceğine eminim, ama Freud ve Jung'un oteldeki sohbet sahnelerinin arkasında gazete okuyan bir adam var. Adam gazeteyi özel bir gazete tutma aparatı ile resmen taşıyor, böylece gazete katlanmıyor. Ben ki gazeteyi özellikle rüzgarlı  havalarda zapt edemeyen beceriksiz olarak bir süre hayretlikle baktım. 

2 Aralık 2011 Cuma

"."

Bugün için aslında kafamda Sivas93 olaylarını yazmak vardı. Ama sanırım ben bile şu an sizlerde sürekli eleştirdiğim farkındalıklardan o kadar uzak ve kendime dönüğüm ki. Aynaya bakıyorum, ve sadece çok uzun zamandır üzgün, yüzünde onu hep yaşından çok çok küçük gösteren ifadenin kalan onda biriyle idare etmeye çalışan, artık gözyaşıyla akmayan fondoteni bulmuş kendini 30 yaşında, sanki bir çok treni kaçırmış ve ne yapsa bir şeylerin geri dönüşü yokmuş gibi hisseden bir cadı görüyorum. Aklı hep iyiliğe çalışıyor, hani Sertab'ın bir şarkısı var ya, uyuyup uyanalım, ben artık uyuyunca önceki gün olanları unutuyorum. Kırgınlıklar, tutulmayan sözler, kocaman laflar ile dolu olan çantam, artık taşınmıyor. Ertesi güne boş bir tane ile başlıyorum, nasıl olsa o da doluyor. Yazıyorum, çünkü ben bir senedir mendile değil hep klavye tuşlarına gözyaşı döküyorum. Zaten büyük olan burnum, daha da büyüyor ama mühim değil. Kendimi saklayabildiğim kadar saklamaya çalışıyorum ama Gayrettepe durağında metrodan inmek bile bütün günümü altüst edip, karşımda her kim varsa ahh canım kıyamam sana demesine engel olmuyor. Evet insanlar bana hep kıyamıyorlardı, kıyamadılar da ne oldu? Sözler verdiniz de ne oldu, siz özür dileyince unuttum mu ben? Herkes bir dev aynasının önünde, içinde olduğu durumun bile farkında değil, yaşadığının farkında olamayacak kadar tepkisiz. O kadar mutluyum ki, evet ben sen değilim hissedebiliyorum, her an hissedebiliyorum, insan gibi. Hissettiklerimle büyüyorum, sen hissetmediklerinle her an küçülüyorsun. 

Bir lacivert bir de siyah elbisem var yeni yılı karşılamak için, hala ağacın ışıklarını yakmadım. Tek bir dileğim var,  bu sefer onikide ağlamamak. Diğeri gerçek oldu, RHCP İstanbul'a geliyor. 

Bu klavye artık çok ıslak. Ve bu yazıyı sadece arayan bulabilecek. Sosyal medyanın acımasız ağlarında dolaşmayacak. Evet bir bakıma siz sadık okuyucuları sınıyorum. Ve şu an gerçekten hiçkimse umrumda olmadan sadece ağlayarak rahatlamak için bu yazıyı yazıyorum. Hatta bitti. 

30 Kasım 2011 Çarşamba

Ve Dersim de siyaset malzemesi oldu. Hayırlı olsun.

Dersim Olayları, çok zaman önce konuşulması gereken ama bir şekilde bugün siyasetin ortasına bomba gibi oturmuş  bir mesele. Vikipedia'ya bakarsanız yanında parantez işareti içinde Dersim Katliamı ve Dersim Jenocidi yazıyor. Bu tanımlamalar üzerine tahmin edersiniz ki bir özürün lafı olamaz. Dersim ile tanışmam bir dersim sayesinde oldu. O zamana kadar ne bir şey okumuş ne de izlemiştim. Gördüğümde beni en çok etkileyen de aslında böyle bir olayın ardından, bizim hiçbir şey bilmediğimizdi.

Öncelikle söylemeliyim ki, ailesi doğudan batıya göç etmiş bir kız olarak, benim için ne Kürt ne Kürtçe okuduğunuz ya da dinlediğiniz manaların yakınından bile geçmiyor. Ben babamı en çok Kürtçe bir türkü çaldığında özlerim, bizim için bir ölçüde duyguların saflığıdır, bir kaçımız anlar, bir çoğumuz sadece ezgiye eşlik eder. O yüzden lütfen kusura bakmayın asla altını çize çize Kürt demeyeceğim. Her zaman insan demeyi tercih edeceğim. 

Dersim'de gerçekleşen katliam, 37 yılında orada yaşayan bir takım Kürt aşiretler, aslında orada yaşayan insanlar, ve merkez hükümet arasında yaşanan olaylar sonrasında tarihsel bir gerçek olarak maalesef gerçekleşmiştir. Dersim'e giden yollar yapılmış, daha sonra bu yollardan yeterli asker ve silah taşınmış, bizzat Sabiha Gökçen tarafından bombalanmıştır. Diğer bir deyişle nasıl bir tehlike sezildi ise, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından Dersim Harekatı düzenlenmiştir. 

Twitter'da Bedri Baykam ile karşılaşmak ve takip etmek hatasında bulunup, kısa sürede vazgeçtim. Ortaya atılan her iddia, Türkiye'de her zaman olduğu gibi, siz Atatürk'e ne diyorsunuz yaygarasına dönüşmüş, biz yine ne konuştuğumuzu unutmuşuz. Efendim Cumhuriyeti kurmak kolay mıydı da siz nasıl konuşursunuz. Dönüp kurduğumuz Cumhuriyete bir bakar mısınız? Ermeni soykırımı, Maraş Katliamı, Dersim İsyanı, 1955 İstanbul olayları ve benim aklıma gelmeyen daha nicesi. Efendim hangi birinden başlayıp özür dileyelim biz?Hangi asla ortaya çıkarmaya cesaret edemeyeceğimiz belgelerden kaçalım, saklanalım. 

Özür dileyen başbakanımızın dahil olduğu parti oyları sonucunda, bu belgelerin hiç karıştırılmamasına karar verilmiştir, yine yeni yeniden. Peki nereden çıktı bu mevzu, tam da Güneydoğu'da hava bu kadar sıcak, bedelli kapıdayken. Kılıçdaroğlu'nun Tuncelili olduğu şimdi mi aklına geldi? Biz neden şimdi orada olanları önemsiyor olduk? Ben en çok arkasından çıkacakları merak ediyorum. Dedem beni şimdi neden öptü meselesi var burada. Korkmalıyız ve yüzleşmeliyiz. Bu konuda çok insanla tartıştım. Özür dileyerek, her hangi bir kurum, bir sistem, ideolojinin insan hayatından daha değerli olduğuna beni ikna edemezsiniz. 

Affınıza sığınarak bir soru daha soracağım. Tahir Canan'ın hikayesini umarım okumuşsunuzdur. Bu ülkede düşünce suçu her zaman en kıdemli suç olacaktır. Bir dönemin etiketlenmiş insanları. Biz onları bir nesil tanıyamadık bile. Neden yanlış olduklarını bile soramadık. Abdullah Öcalan'ın idam yasağı sebebiyle hala her gün konuşulduğu, anlaşma mercisi olarak görüldüğü bu düzende, Tahir Canan neden yıllardır dört duvar arasında, biri bunun cevabını vermeli. Birinin ağzından çıkan bir kelimeyle bu ülkenin çocukları ölüyorsa, bırakın düşünce suçlularını özgür. 

Sabrınıza teşekkür ederim. 

Vakti olanlar için Cayan Demirel tarafından yapılan 38 Dersim Belgeseli'nin bir parçasını paylaşacağım. Hükümet ile muhalefet arasında yeni bir koz olan bu acı gerçeği bugünlerde tartışırken, tarihi ucuz siyaset malzemesi yapmayalım. Hele de katliam gibi bir gerçekten bahsediyorsak. Partizanlıkların artık zamanı değil. Geçmişi geçmiş gibi konuşmak, şartları göz önüne almak için eğer doğru bir zamansa, lütfen her noktada dürüst olalım, önce kendimize.


"Uygarlaş(tır)maya çalışırken biz öldürmüşüz efendim."

                                                                     

29 Kasım 2011 Salı

Balmumu Müzesi'nden Birkaç Kare ve Öneriler

Yazmaya bir ölçüde üşenme ve bilinçaltımda bir yerlerde deli gibi bir şeyler yazma isteği arasında boğuşurken, Balmumu Müzesi'nden bahsedecek ve iyi vakit geçirmek isteyenler için birkaç öneride bulunabilecek kadar parmaklarımı hareket ettirebileceğimi düşündüm. 

Maalesef planlı bir gezi olmadığı için fotoğraf makinem yanımda yoktu. Zavallı telefonumun naçizane kareleri sizleri mutlu eder umarım. Açıkçası algıda seçiciliğim sebebiyle, imkanlar doğrultusunda sadece iki büyük adamın fotoğrafını çektim. Gezenleri bir de Atatürk köşesi karşılıyor, film eşliğinde Atatürk'ün hayatını bir kez daha seyredebiliyorsunuz. 



Nazım Hikmet parmaklıklar ardında sergilenmiş. Arkadan benim şimdiye kadar duymadığım bir Sertab Erener şarkısı çalıyor. Eşlik eden çocuk Usta'yı anlatıyor, siz dinliyorsunuz. Mavi gözlerini çıkaran bir mavi gömlek giydirmişler. Sanki dönmüş gibi. Ama biz ona bakarken bile o parmaklıklar ardında, bizden çok uzakta. Geçmiş doğum günün kutlu olsun Usta. 



Karl Marx, büyük sakalı ve gazetesi. Dört senemi Marx ile geçirmiş biri olarak, sanırım ayak tırnaklarını kestiğini tasvir eden bir resme dahi sahibim. Bu sadece koleksiyonumu genişleten ve kendimi ona daha yakın hissettiren bir karşılaşma oldu. En komiği ise rehber çocuğun "Das Kapitalist" demesiydi ki, biz kendini beş vakit Marx'a adamış sosyal bilimciler için bir hakarettir. Siz merak etmeyin ben en arka sıradan bağırarak düzelttim. 



Belki benim enerjimin yüksekliğinden, ama gerçekten biraz gülmek, gülerken az da olsa, bazı anlarda çok olabilir, düşünmek istiyorsanız, iki film tavsiye ediyorum. 

Friends With Benefits.. Önce üstte konuyu kavrayıp, sonra pratik yapabilirsiniz ;) 

Gerçekten neşelenmeye ihtiyacımız var. İyi Seyirler.. 


Sizden ufak bir ricam var, lütfen Marx'ın elinde tuttuğu gazetedeki P&G ve Microsoft amblemlerini fark edin ve gülümseyin. 

26 Kasım 2011 Cumartesi

If you need some help?

Konu yardım ise, hayatta insanlar iki büyük gruba ayrılırlar. Her zaman yardım almaya açık olanlar ve yardım etmeye açık olanlar..

Bir taraf daha çok anlatmaya, diğer taraf ise daha çok dinlemeye eğilimlidir. 

Biri sorun yaratmakta, diğeri ise çözüm bulmakta ustalaşmıştır. 

Biri sürekli yorarken, diğeri sürekli yorulur. 

Bu liste gittikçe uzayabilir. Başka birine ilham vermek, onu cesaretlendirmek, gözlerinin içini parlatmak ise başka türlü bir meziyettir. Annenin çocuğuna can vermesi gibi. Bazen zaten içinde olan bir şeyi ortaya çıkarırken, bazen var olmayan bir şeyin yaratıcısı olursunuz. Çoğu zaman kendinizi kamçılar gibi, karşınızdaki için ister, ondan daha çok heyecanlanırsınız. Elinizden gelse siz yaparsınız ama bu her durum için geçerli olamaz maalesef. Özne olmaktan çok tümleç olmayı da sevebilirsiniz. 

Bugün birinin gözlerini parlattınız mı, ya da hayatına bir şey kattınız mı bir düşünün? Ben yaptım. 

24 Kasım 2011 Perşembe

Bestseller listesi bize ne söylemeye çalışıyor?

Hepiniz kendinize gelin ve hayatınıza çeki düzen verin! 


Durun, neden anlatacağım..


Her zaman çok bilinçli yapmayız bunu, ama hep merak ederiz kim ne okuyor, ne dinliyor? Bunun için değil mi zaten "ölmeden önce izlemeniz gereken 100 film, okumanız gereken 250 kitap" listeleri?

Bir sohbetin ortasında farkında olmadan bir bakmışsınız yoklama alıyoruz, aaa ben onu hala izlemedim, duydum ama bilmiyorum, ya da gerçekten kült bir filmden bahsediyorsak, utancımızdan çaktırmama çabası..

Vaktimi mümkün olduğunca okumaya ayırdığım şu günlerde; belli aralıklarla Remzi Kitabevi'ne gidip Bestseller'ı kontrol ediyorum. Ayşe Kulin'i saymazsak büyük ölçüde masanın üstündeki ve duvarda numaralı olarak sıralanmış kitaplar benzerlik gösteriyor.

Bazı isimler vardır, o liste zaten onlara aittir. Paul Auster, Paulo Coelho, Stephen Hawking ve şu an itibariyle Steve Jobs. Bir de listenin sürprizleri vardır. Dönemin trendine göre değişen konular üzerinde çoğu zaman isimlerini pek bilmediğimiz yazarlar, güzel çıkışlar yaparlar. En yeni trendlerden biri, filmlerin kitapları. "One Day" ise bunların sonuncusu. İçinizi ısıtmak istiyorsanız, artık sinemada olmasa bile evde bu filme mutlaka  zaman ayırın. En azından Anne'in oyunculuğu bunu sizden rica ediyor. 

Ve en yeni trend mi ne? Kişisel gelişim kitapları anarşinin manifestosunu yeniden kaleme alırken, daha sevimli olanlar size hayat koçluğu yapmaya çalışıyorlar. İki kitaptan bahsediyorum. Biri şu an bir numara olan "Decision Book". Üç numara ise "Fuck it". Decision book bana Foreign Policy dersini hatırlattı, içinde oldukça çok tablo var, ve insanın karar verme süreçlerinden elinden geldiğince hiçbir noktayı atlamadan bahsetmeye çalışıyor. Mantık süzgecinde yaşayan bireylerden bahsediyorsak, karar alma süreci hem psikoloji, hem siyaset, hem de ekonomi için vazgeçilemeyen bir alandır, ve hepsi yakın bir anlam için farklı terimler kullanmayı tercih ederler. 

Cognition, decision making, utilitarianizm

Kitaplar bize ne kadar yol gösterebilirler tartışılabilir, ama dikkat edin, sesi çok veya az çıkan düzen sarsan mesajlar sizleri bekliyor. 

Eğer vaktiniz olursa neden kapakların siyah üzerine sarı şekiller, ya da mum, olduğunu düşünün. Ben biraz fazla detaycı olduğum için bir süre kendimi yoracağım. Başka renk bir mum, ya da kırmızı mumlar olamaz mıydı? Siz söyleyin. 

22 Kasım 2011 Salı

Fırlatın postallarınızı !

Hadi bedelli askerlik bekleniyordu ve çıktı. Çıkması da gerekiyordu. Ama bu kadar ayarsız olması gerekli miydi, yoksa biz millet olarak kararında düzenlemeler yapmaktan aciz miyiz? 


Asla askerlik yapmayacağım, nasıl bir şey olduğunu hayal etmenin yakınından bile geçemem,ama ben bile bu kadar sinirlenebiliyorsam, erkekleri düşünemiyorum. Önce diploma şartı koyup bir yıldan uzun bir süre alıkoyduğun "vatandaşına" karşı diplomalıyı 5 aya tabii tutuyorsun(koruyorsun). Şimdi 30 bin karşılığında postal bile giymemeyi vaat ediyorsun. Dön bir sorgula, bu memlekette askerlik neden zorunlu, insanlar az veya çok neye inanarak hayatlarındaki her şeyi bırakıp, vatan için, bu olması gereken deyip bu görevi yerine getiriyorlar? 

İstersen orada 10 gün tut, ama olması gereken 10 gün dahi olsa bu ülkede her erkeğin temel askerlik disiplininden, eğitiminden geçmesiydi. Karar baştan sona yanlıştır. Belki orada aylarca nöbet tutmayabilirdi, ona verilmiş bir görevi, sıfatı olmayabilirdi ama gidip 30 milyar karşılığında yatmamalıydı da , kimse kusuruma bakmasın. 

Hükümetin ya da genelkurmaylığın kararı, bilemiyorum. Ama keşke şu an kışlalarda olan herkes kaldırıp postallarını fırlatsa! 


Karar: Mehmet, oğlum, ne kadar da gençsin, ölüm hiç yakışmadı sana!
Karar: .... (Herhangi bir isim koyun), oğlum, ayakların üşüdü mü, vurmadı değil mi ayaklarındakiler, iyi uyudun mu?