30 Kasım 2011 Çarşamba

Ve Dersim de siyaset malzemesi oldu. Hayırlı olsun.

Dersim Olayları, çok zaman önce konuşulması gereken ama bir şekilde bugün siyasetin ortasına bomba gibi oturmuş  bir mesele. Vikipedia'ya bakarsanız yanında parantez işareti içinde Dersim Katliamı ve Dersim Jenocidi yazıyor. Bu tanımlamalar üzerine tahmin edersiniz ki bir özürün lafı olamaz. Dersim ile tanışmam bir dersim sayesinde oldu. O zamana kadar ne bir şey okumuş ne de izlemiştim. Gördüğümde beni en çok etkileyen de aslında böyle bir olayın ardından, bizim hiçbir şey bilmediğimizdi.

Öncelikle söylemeliyim ki, ailesi doğudan batıya göç etmiş bir kız olarak, benim için ne Kürt ne Kürtçe okuduğunuz ya da dinlediğiniz manaların yakınından bile geçmiyor. Ben babamı en çok Kürtçe bir türkü çaldığında özlerim, bizim için bir ölçüde duyguların saflığıdır, bir kaçımız anlar, bir çoğumuz sadece ezgiye eşlik eder. O yüzden lütfen kusura bakmayın asla altını çize çize Kürt demeyeceğim. Her zaman insan demeyi tercih edeceğim. 

Dersim'de gerçekleşen katliam, 37 yılında orada yaşayan bir takım Kürt aşiretler, aslında orada yaşayan insanlar, ve merkez hükümet arasında yaşanan olaylar sonrasında tarihsel bir gerçek olarak maalesef gerçekleşmiştir. Dersim'e giden yollar yapılmış, daha sonra bu yollardan yeterli asker ve silah taşınmış, bizzat Sabiha Gökçen tarafından bombalanmıştır. Diğer bir deyişle nasıl bir tehlike sezildi ise, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından Dersim Harekatı düzenlenmiştir. 

Twitter'da Bedri Baykam ile karşılaşmak ve takip etmek hatasında bulunup, kısa sürede vazgeçtim. Ortaya atılan her iddia, Türkiye'de her zaman olduğu gibi, siz Atatürk'e ne diyorsunuz yaygarasına dönüşmüş, biz yine ne konuştuğumuzu unutmuşuz. Efendim Cumhuriyeti kurmak kolay mıydı da siz nasıl konuşursunuz. Dönüp kurduğumuz Cumhuriyete bir bakar mısınız? Ermeni soykırımı, Maraş Katliamı, Dersim İsyanı, 1955 İstanbul olayları ve benim aklıma gelmeyen daha nicesi. Efendim hangi birinden başlayıp özür dileyelim biz?Hangi asla ortaya çıkarmaya cesaret edemeyeceğimiz belgelerden kaçalım, saklanalım. 

Özür dileyen başbakanımızın dahil olduğu parti oyları sonucunda, bu belgelerin hiç karıştırılmamasına karar verilmiştir, yine yeni yeniden. Peki nereden çıktı bu mevzu, tam da Güneydoğu'da hava bu kadar sıcak, bedelli kapıdayken. Kılıçdaroğlu'nun Tuncelili olduğu şimdi mi aklına geldi? Biz neden şimdi orada olanları önemsiyor olduk? Ben en çok arkasından çıkacakları merak ediyorum. Dedem beni şimdi neden öptü meselesi var burada. Korkmalıyız ve yüzleşmeliyiz. Bu konuda çok insanla tartıştım. Özür dileyerek, her hangi bir kurum, bir sistem, ideolojinin insan hayatından daha değerli olduğuna beni ikna edemezsiniz. 

Affınıza sığınarak bir soru daha soracağım. Tahir Canan'ın hikayesini umarım okumuşsunuzdur. Bu ülkede düşünce suçu her zaman en kıdemli suç olacaktır. Bir dönemin etiketlenmiş insanları. Biz onları bir nesil tanıyamadık bile. Neden yanlış olduklarını bile soramadık. Abdullah Öcalan'ın idam yasağı sebebiyle hala her gün konuşulduğu, anlaşma mercisi olarak görüldüğü bu düzende, Tahir Canan neden yıllardır dört duvar arasında, biri bunun cevabını vermeli. Birinin ağzından çıkan bir kelimeyle bu ülkenin çocukları ölüyorsa, bırakın düşünce suçlularını özgür. 

Sabrınıza teşekkür ederim. 

Vakti olanlar için Cayan Demirel tarafından yapılan 38 Dersim Belgeseli'nin bir parçasını paylaşacağım. Hükümet ile muhalefet arasında yeni bir koz olan bu acı gerçeği bugünlerde tartışırken, tarihi ucuz siyaset malzemesi yapmayalım. Hele de katliam gibi bir gerçekten bahsediyorsak. Partizanlıkların artık zamanı değil. Geçmişi geçmiş gibi konuşmak, şartları göz önüne almak için eğer doğru bir zamansa, lütfen her noktada dürüst olalım, önce kendimize.


"Uygarlaş(tır)maya çalışırken biz öldürmüşüz efendim."

                                                                     

29 Kasım 2011 Salı

Balmumu Müzesi'nden Birkaç Kare ve Öneriler

Yazmaya bir ölçüde üşenme ve bilinçaltımda bir yerlerde deli gibi bir şeyler yazma isteği arasında boğuşurken, Balmumu Müzesi'nden bahsedecek ve iyi vakit geçirmek isteyenler için birkaç öneride bulunabilecek kadar parmaklarımı hareket ettirebileceğimi düşündüm. 

Maalesef planlı bir gezi olmadığı için fotoğraf makinem yanımda yoktu. Zavallı telefonumun naçizane kareleri sizleri mutlu eder umarım. Açıkçası algıda seçiciliğim sebebiyle, imkanlar doğrultusunda sadece iki büyük adamın fotoğrafını çektim. Gezenleri bir de Atatürk köşesi karşılıyor, film eşliğinde Atatürk'ün hayatını bir kez daha seyredebiliyorsunuz. 



Nazım Hikmet parmaklıklar ardında sergilenmiş. Arkadan benim şimdiye kadar duymadığım bir Sertab Erener şarkısı çalıyor. Eşlik eden çocuk Usta'yı anlatıyor, siz dinliyorsunuz. Mavi gözlerini çıkaran bir mavi gömlek giydirmişler. Sanki dönmüş gibi. Ama biz ona bakarken bile o parmaklıklar ardında, bizden çok uzakta. Geçmiş doğum günün kutlu olsun Usta. 



Karl Marx, büyük sakalı ve gazetesi. Dört senemi Marx ile geçirmiş biri olarak, sanırım ayak tırnaklarını kestiğini tasvir eden bir resme dahi sahibim. Bu sadece koleksiyonumu genişleten ve kendimi ona daha yakın hissettiren bir karşılaşma oldu. En komiği ise rehber çocuğun "Das Kapitalist" demesiydi ki, biz kendini beş vakit Marx'a adamış sosyal bilimciler için bir hakarettir. Siz merak etmeyin ben en arka sıradan bağırarak düzelttim. 



Belki benim enerjimin yüksekliğinden, ama gerçekten biraz gülmek, gülerken az da olsa, bazı anlarda çok olabilir, düşünmek istiyorsanız, iki film tavsiye ediyorum. 

Friends With Benefits.. Önce üstte konuyu kavrayıp, sonra pratik yapabilirsiniz ;) 

Gerçekten neşelenmeye ihtiyacımız var. İyi Seyirler.. 


Sizden ufak bir ricam var, lütfen Marx'ın elinde tuttuğu gazetedeki P&G ve Microsoft amblemlerini fark edin ve gülümseyin. 

26 Kasım 2011 Cumartesi

If you need some help?

Konu yardım ise, hayatta insanlar iki büyük gruba ayrılırlar. Her zaman yardım almaya açık olanlar ve yardım etmeye açık olanlar..

Bir taraf daha çok anlatmaya, diğer taraf ise daha çok dinlemeye eğilimlidir. 

Biri sorun yaratmakta, diğeri ise çözüm bulmakta ustalaşmıştır. 

Biri sürekli yorarken, diğeri sürekli yorulur. 

Bu liste gittikçe uzayabilir. Başka birine ilham vermek, onu cesaretlendirmek, gözlerinin içini parlatmak ise başka türlü bir meziyettir. Annenin çocuğuna can vermesi gibi. Bazen zaten içinde olan bir şeyi ortaya çıkarırken, bazen var olmayan bir şeyin yaratıcısı olursunuz. Çoğu zaman kendinizi kamçılar gibi, karşınızdaki için ister, ondan daha çok heyecanlanırsınız. Elinizden gelse siz yaparsınız ama bu her durum için geçerli olamaz maalesef. Özne olmaktan çok tümleç olmayı da sevebilirsiniz. 

Bugün birinin gözlerini parlattınız mı, ya da hayatına bir şey kattınız mı bir düşünün? Ben yaptım. 

24 Kasım 2011 Perşembe

Bestseller listesi bize ne söylemeye çalışıyor?

Hepiniz kendinize gelin ve hayatınıza çeki düzen verin! 


Durun, neden anlatacağım..


Her zaman çok bilinçli yapmayız bunu, ama hep merak ederiz kim ne okuyor, ne dinliyor? Bunun için değil mi zaten "ölmeden önce izlemeniz gereken 100 film, okumanız gereken 250 kitap" listeleri?

Bir sohbetin ortasında farkında olmadan bir bakmışsınız yoklama alıyoruz, aaa ben onu hala izlemedim, duydum ama bilmiyorum, ya da gerçekten kült bir filmden bahsediyorsak, utancımızdan çaktırmama çabası..

Vaktimi mümkün olduğunca okumaya ayırdığım şu günlerde; belli aralıklarla Remzi Kitabevi'ne gidip Bestseller'ı kontrol ediyorum. Ayşe Kulin'i saymazsak büyük ölçüde masanın üstündeki ve duvarda numaralı olarak sıralanmış kitaplar benzerlik gösteriyor.

Bazı isimler vardır, o liste zaten onlara aittir. Paul Auster, Paulo Coelho, Stephen Hawking ve şu an itibariyle Steve Jobs. Bir de listenin sürprizleri vardır. Dönemin trendine göre değişen konular üzerinde çoğu zaman isimlerini pek bilmediğimiz yazarlar, güzel çıkışlar yaparlar. En yeni trendlerden biri, filmlerin kitapları. "One Day" ise bunların sonuncusu. İçinizi ısıtmak istiyorsanız, artık sinemada olmasa bile evde bu filme mutlaka  zaman ayırın. En azından Anne'in oyunculuğu bunu sizden rica ediyor. 

Ve en yeni trend mi ne? Kişisel gelişim kitapları anarşinin manifestosunu yeniden kaleme alırken, daha sevimli olanlar size hayat koçluğu yapmaya çalışıyorlar. İki kitaptan bahsediyorum. Biri şu an bir numara olan "Decision Book". Üç numara ise "Fuck it". Decision book bana Foreign Policy dersini hatırlattı, içinde oldukça çok tablo var, ve insanın karar verme süreçlerinden elinden geldiğince hiçbir noktayı atlamadan bahsetmeye çalışıyor. Mantık süzgecinde yaşayan bireylerden bahsediyorsak, karar alma süreci hem psikoloji, hem siyaset, hem de ekonomi için vazgeçilemeyen bir alandır, ve hepsi yakın bir anlam için farklı terimler kullanmayı tercih ederler. 

Cognition, decision making, utilitarianizm

Kitaplar bize ne kadar yol gösterebilirler tartışılabilir, ama dikkat edin, sesi çok veya az çıkan düzen sarsan mesajlar sizleri bekliyor. 

Eğer vaktiniz olursa neden kapakların siyah üzerine sarı şekiller, ya da mum, olduğunu düşünün. Ben biraz fazla detaycı olduğum için bir süre kendimi yoracağım. Başka renk bir mum, ya da kırmızı mumlar olamaz mıydı? Siz söyleyin. 

22 Kasım 2011 Salı

Fırlatın postallarınızı !

Hadi bedelli askerlik bekleniyordu ve çıktı. Çıkması da gerekiyordu. Ama bu kadar ayarsız olması gerekli miydi, yoksa biz millet olarak kararında düzenlemeler yapmaktan aciz miyiz? 


Asla askerlik yapmayacağım, nasıl bir şey olduğunu hayal etmenin yakınından bile geçemem,ama ben bile bu kadar sinirlenebiliyorsam, erkekleri düşünemiyorum. Önce diploma şartı koyup bir yıldan uzun bir süre alıkoyduğun "vatandaşına" karşı diplomalıyı 5 aya tabii tutuyorsun(koruyorsun). Şimdi 30 bin karşılığında postal bile giymemeyi vaat ediyorsun. Dön bir sorgula, bu memlekette askerlik neden zorunlu, insanlar az veya çok neye inanarak hayatlarındaki her şeyi bırakıp, vatan için, bu olması gereken deyip bu görevi yerine getiriyorlar? 

İstersen orada 10 gün tut, ama olması gereken 10 gün dahi olsa bu ülkede her erkeğin temel askerlik disiplininden, eğitiminden geçmesiydi. Karar baştan sona yanlıştır. Belki orada aylarca nöbet tutmayabilirdi, ona verilmiş bir görevi, sıfatı olmayabilirdi ama gidip 30 milyar karşılığında yatmamalıydı da , kimse kusuruma bakmasın. 

Hükümetin ya da genelkurmaylığın kararı, bilemiyorum. Ama keşke şu an kışlalarda olan herkes kaldırıp postallarını fırlatsa! 


Karar: Mehmet, oğlum, ne kadar da gençsin, ölüm hiç yakışmadı sana!
Karar: .... (Herhangi bir isim koyun), oğlum, ayakların üşüdü mü, vurmadı değil mi ayaklarındakiler, iyi uyudun mu? 

Today, I have nothing to say, just three words, I'm happy :)


21 Kasım 2011 Pazartesi

Bu bir reklamdır! - Shazam-

Sen de "ben bu şarkıyı çok seviyorum, ama kim söylüyor, şarkının adı ne bilmiyorum" deyip onu bağıra bağıra söyleyenlerden misin?

Ya da, her gittiğin mekandan gecenin sonunda taslaklara sözleri yazılmış en az 10 şarkı ile mi çıkıyorsun? 

Dur, belki de sen sadece eşlik eden ama o şarkıyı asla bilgisayarından ya da müzik çalarından dinleyemeyecek olan mısın?

AppStore iftiharla sunar. "Shazam"



Ona herhangi bir şarkının sadece 15 saniyesini bile dinletmen yeterli. O senin için şarkıyı, kimin söylediğini, hatta sözlerini bile buluyor ve tagliyor. Böylece uzunca bir listen oluyor ve senin için itunes'tan istediğini bulabiliyor. Nakaratında çılgınca bağırdığın ama eve geldiğinde sessizleştiğin o şarkı artık yok. 


Dün kendisini ciddi bir sınava tabi tuttum ve İbrahim Tatlıses'in "Neden" adlı güzide şarkısını şıp diye buldu. 


Eğer teknoloji bizi yiyip yutacak, aaa her şey ortada, kimsenin özel hayatı kalmadı diye ah ah vah vah çekenlerdensiniz, en büyük tavsiyem teknolojiyi ve onunla ilişkili özellikle son 5 yılda olan her şeyi, kendi lehinize çevirebilir ve hayatınızı zorlaştırıp, karıştırmanın aksine ne kadar keyifli ve kolaylaştırıcı olduğunu tecrübe edebilirsiniz. Doğru aletler ve doğru amaçlar edinerek tabii :) 

20 Kasım 2011 Pazar

Van, Medya ve bendenizden itiraflar..

Daha çok yenidir, blogların çok fazla kişiselleşmesinden yakınmalarım. Bazen sizi denerim, neyi okumayı daha çok sevdiğinizi ya da hangi sorulara daha çok cevap aradığınızı, en kötü ihtimalle neleri daha iyi anlayabildiğinizi ve yazının sonuna kadar gelebildiğinizi. İlişkileri çok seviyorsunuz, öncelikle bunu söylemeliyim, bir o kadar da siyasetten nefret ediyorsunuz. Çok kişisel bir şey söylemek için şu an konuyu dağıtmaya çalışıyorum. Lütfen, dikkatinizi çok fazla vermeyin.  

Ben psikoloğumun yerinde olsaydım, ya da bana hayatta değer veren biri, beni kolumdan tutar önce pasaport için karakola, sonra vize başvurusu için artık kısmet nereyeyse? Yıllardır her şey için hırpala kendini, yok mu bir diyen de "kızım sorun sende değil, karşındaki herkesde". Ne kadar klişe oldu. Klişe olduğu gerçek olduğunu yadsımaz, kurtulun önyargılarınızdan. Bazı şeyler artık çözülemiyorsa, mutlu olmaya yetmiyorsa, gitmeyi bilmek en büyük erdemdir. Bunu yapmayı bu ara daha da sık düşünür, düşünmekle kalmayıp cesaret edebilir hale gelmeye başladım. Dediğim gibi korkunç kişisel bir şeyden bahsedip, ortalama 10 saniyenizi çaldım. Lütfen, kusura bakmayın.

Van'da gerçekte neler oluyor ve bugünün medyası!

Uzun süredir medyada birçok alanda çalışmış, hem son seçim döneminde hem de Van depremi sonrasında bizzat gözlem şansı olmuş, bilinen bir kanalın haber editörlerinden biriyle geçirilen 2 saatten arta kalan notlarımı paylaşacağım müsadenizle. 
  • Birinci ağızdan: 10 yıl önce biz Tansu Çiller'in olduğu günlerce takip edebiliyorduk, keza Yılmaz Bey'in oğullarını da. Şu anda iktidar yakınları ile ilgili haberyapmak çok zor. Biz onlar döneminde hiç itilip kakılmadık.
  • Eskiden kulis haberciliği varmış. Ankara'da habercilik yavaş yavaş ölüyormuş. Metinler bakan yardımcıları ya da her kim görevli ise onlar tarafından yazılı veya telefonla bildirildikten sonra biz okurlara ya da izleyenlere ulaşıyormuş. 
  • Müge Anlı'nın hepimize ilham veren? konuşmasından sonra ATV/Sabah dahil Turkuaz grubuna karşı bir boykot söz konusu olup, muhabirlerini alana gönderemiyorlarmış. 
  • Van'a gönderilen muhabirlerin kadın olmasına özen gösteriliyor, çünkü çadırların içine aksi halde girmek, ya da tuvalet, duş bir sorun haline dönüşüyormuş. 
  • İnanılmaz bir çocuk nüfusu olan Van'da, orada bulunan herkesin korkusu insanların donarak ölmesini görmekmiş. Orada şu anda yaşanan göçün en trajik hikaye olduğunu ve yavaş yavaş hayalet şehire döndüğünü izliyorlarmış.
  • Bir gecede 19 tır yağmalanmasına rağmen, batıdan gelen yardım kesilmesin diye bu görüntülerin yayınlanmaması yönünde Ankara'dan direktif gelmiş.
  • BDP ve AKP yerel yönetimleri arasında güç dengesi konusunda ilk günden beri sorun olduğu için,  "neden bir battaniye bile gelmedi" diye sorarken, daha iyi bir dağıtım için depolarda bekletilmiş. BDP'liler daha iyi bir dağıtım olacaksa kolluk kuvvetlerin gelmesine karşı çıkmayacakları belirttmişler. 
  • Büyük bir ölçüde üniversite, ödenek ve görevler açısından konumunu belirleyemeyen İTÜ ve Kandilli , bayramda meydana gelen ve Bayram Oteli'nin yıkılmasıyla sonuçlanan ikinci depremin etkilerinin sorumlusu olarak görülüyormuş. Şu anda ODTÜ'nün ekipleri ölçüm yapıyormuş. Bu depremin bas bas bağırarak geldiği ve bilim adamlarının bunu ölçmeyip, herhangi bir uyarıda bulunmayıp, adeta o insanlar için cinayet noktasına getirdiğiymiş konuşulan. 
  • "Ankara'dan telefon geldi" hala medyada en geçerli kuralmış.
  • Hükümetin Van tahliyesi üzerinde durmamasının en büyük nedenlerinden biri dağdaki PKK'lıların şehre inip yerleşmesinden korkmalarıymış.
  • Çadırım yok diyene mikrofon uzatmak yasakmış. 
  • Toplum olarak vahşet ve şiddetle yoğrulan biz, bir tez yürütecek olursak, muhafazakarlaştıkça kadına şiddet ve kadın cinayetleri artıyormuş. 
Ben bir çoğunu şaşırarak dinledim. Siz ne düşünüyorsunuz gerçekten bilmek isterdim. Hala içime sindiremediğim doğal afet adı altında adlandırdığımız, yaşamayı kabul  ettiğimiz, böyle bir felaketin altından, siyasi konuların nasıl bu kadar sivrilerek çıkabildiği? İlk başta, en hızlı ve düzenli askerin gidebileceği her yere neden gönderilmediği? Bu aşamaya daha sonra ve bazı bölgelerde gelindiği? Deprem ülkesiyiz biz diye herkes bağırırken, kurumların neden ana görevleri olan önlem almak ya da uyarmak yerine şehir planlamacısı gibi çalıştığı ve jeologlar yerine neden inşaat mühendislerinin işe alındığı? 

Bugün 20 Kasım 2011, günlerden pazar.

16 Kasım 2011 Çarşamba

F(x)=you+society-awareness

I'm sorry, I will write in English, because I feel  myself more comfortable. In my first post, I mentioned life as a function and promised to you that I will say what could happen if you choose another way, when I ask you a decision at this moment. One week ago, I read an article which is written by Amartya Sen who has Nobel Prize. He sees life same with me, and talk about f(n) function. I wish we could live all alternatives, then choose best utilitarian one in economic sense or most happy one in romantic. I am not sure, do we able to see all these alternatives? Or we are looking from a small window, and think life is like we see. If there is no absolut truth and everythings is intersubjective, why do we want to live another's life? This means I can see what outside is   from another's window. But,still, I cannot jump to his/her window. So, there is limited function. At least, there is something special to me, I can feel good. If there is common window, I mean more moral thing, relationship between man and woman, or families would be just common thing. While I'm writing, I try to jump your windows to understand better you, I don't know, am I good or bad? But that I want to do is showing you that there is no one window, there is no just you. In somewhere, someone  looks at his/her window and thinks  on you, can you see him or her. At one minute, you just see eachother, nothing else. If you catch these moments, you will be part of all kind of relationships. If you close your eyes, sorry, you will be nothing. I am not talking about complex system, all things I said on being aware or not something, except yourself. You can think on what I say, I try to make you a thinker on society, you or your relationships with world in all sense. I thought that realizing or fullfilling yourself is most important thing, now, I know realizing or understanding other things as they are around us is more important than us. Only you doesn't mean anything, sorry. I am really interesting in not who you are, but how you act when I do something to you. This is our function, this is life as we live. And this is not my story. This is all we do. 

14 Kasım 2011 Pazartesi

25 yaşında 10 kuruşluksun, 40'ında 15.000 Euroluk, maşallah şarap gibisin

Siz bırakın, kendinize özgü tek özelliğinizi biz üstlenebiliriz, zaten yıllar boyu yapmadık mı, ona da biz gideriz. Hiç yapamazsınız da demeyin, bir kadın istediği zaman her şeyi yapabilir. 

Sosyal medya bedelli denklemleriyle sallanıyor. Matematikten anlayanlar çok parçalı fonksiyonu biliyorlardır belki. Benim de duyduğum o. 25 yaşına şu kadar bedel, 30'a bu kadar, 40'dan sonrasının allah yardımcısı olsun. Çok uzun zamandır beklenendi bedelli askerlik. Hepimiz çıkacağını da biliyorduk. Bence bu gidişin sonu profesyonel askerlik olacak. Gittikçe daha da sıcak bir ülke olmaya başlıyoruz, askerliğin bedellerini belli bir kesimin ödediği bas bas konuşulan bir konu. Kimsenin buna inanılmaz gönüllü olarak gitmediği su götürmez gerçek. Bir çözüm gelmeliydi, ya da ödenekleri yetmemeye mi başladı, yoksa bu temizlik mi, kim bilir? Her daim kart erkek, şarap muamelesi de gördü ya, ben en çok buna gülüyorum, kırkından sonra daha yakışıklı adamı duymuştum da, hadi yine iyisiniz bedelle tescillendiniz. 

Son bir yıl içinde askere gidip işinden gücünden olan sazanlara: hadi bir güzel el sallayın arkadaşların arkasından. Gerçeği yüzünüze vurmak istemeyiz ama biz biliyorduk arkadaşlar. Su mutfaktadır herhalde, için bir bardak, o güzel günlerinizi tekrar bir anın, tertiplerinizi bir arayın, rütbeleri baştan sona bir sayın, aa geçti mi? Sizi üzdüysem çok özür dilerim. 

Herkesin gözü aydın. Yeşiller ceplerden çıksın, bir takım yeşille yırttınız bu meseleden. 

12 Kasım 2011 Cumartesi

Kadınların yapmaması gereken 10 şey!

Şu sıralar "Fuck It" diye bir kitap okuyorum. Yavaş yavaş, sindirerek, üzerinde düşünerek, biraz da özeleştiri yaparak. Buna ihtiyacım olan bir dönemdeyim, iyi bir bahane Kadın erkek ilişkileri oldukça focuslandığım bir zamanda iğneyi bizlere batırmalı dedim ve bir liste yaptım. Birçok madde tecrübeyle sabit olmakla beraber kendi kendimize hayatı ne kadar zorlaştırabilecek varlıklar olduğumuzun kaba taslak bir resmi. 

1-Büyük arabalar kullanmak. Mesafe algımızın çok da yerinde olduğu söylenemez.
2-Seksi olmak adına tüm kusurları ortaya seren cesur seçimler yapmak ve modanın kurbanı olmak. Şöyle bir etrafınıza bakın ne demek istediğimi anlayacaksınız.
3-Pms, depresyon, o şu bu derken yemek yemek için her türlü bahaneyi ustalıkla kullanmak.
4-Gereğinden fazla dedikodu yapmak. Konuştuğunuz kadar konuşulursunuz, iki kişilik ilişkilerin mahremiyetini gözden kaçırıyorsunuz.
5-Önümüze gelen her şeyi karşılaştırmak. Eski erkek arkadaş ile yenisi, onun maaşı şunun şusu, aa çantası, kaşı gözü. Geçmişe ya da bir başkasına hapsederken kendimizi bugünü kaçırıyoruz.
6-Olur olmaz yerlerde duygularımızı belli etmek. Bunu maharet zannediyoruz ama ağlanacak omuz konusunda ne kadar doğru seçimler yapıyoruz?
7-Tek bir noktaya odaklanmak. Bir şeye takıldık mı, hadi bakalım çözene kadar ne oldu bizim multifunctional olmayla övünmemize? 
8-Diğerleri, özellikle diğer kadınlar tarafından beğenilme ve onaylanma arzusu. Zavallı erkekler, hala sizin için giyinip, hazırlandığımızı mı düşünüyorsunuz, maalesef sizi memnun etmek o kadar kolay ki, asla o kadar yorulmayız.
9-Bir ilişkiyi diğer kadınlarla paylaşmak ve tavsiye almak. Her ilişki kendi içinde bir denklemdir, en az bizler kadar, büyüyü bozmayın, onlarla söyleyeceğinizi partnerinize söyleyin, ilişkiniz daha da sağlamlaşacaktır.
10-Aşık olmak. Biz kadınlar her şeyi yoğun yaşarız, erkeklerin aksine. Asla dengeleyemeyeceğiz bir terazi varsa, sizin ona karşı duyduğunuz aşk, ve onun size karşı duyduğu sevgidir. Eğer ben aşkın acısını seviyorum demiyorsanız çok sevin ama cadının kazanına düşmeyin.

Bir de benden ekstra madde. Çok düşünmek. Düşünmek yaşanacak sonuçları değiştirmez. Erkekleri düşünün, ve bizim kaygılarımızla boğuşurken, onların neden hayattan bu kadar zevk aldığını.


11 Kasım 2011 Cuma

Postbayram Sendromundan nasıl çıkılır?

Bu filmi hatırlıyor musunuz? Kendisi türkçe haliyle biz yeni yetme yazma meraklılarına oldukça ilham kaynağı olmuştur. "Tehlikeli aklın sancıları, tehlikeli aklın zırvalamaları, tehlikeli aklın itirafları" tanıdık geliyor mu? 2002 yapımı bir film. Şu an kadroya tekrar bakıyorum da, bu filmle ilgili yanlış bir dipnot aklımda kalmış, oldukça iyi bir kadroya sahip, zamanının, ki yanılmıyorsam Matrix ve Yüzüklerin Efendisi'nin egemen olduğu yıllardan bahsediyoruz, oldukça farklı bir duruşa sahip. Benim aklımda kalan sahne, sinemada izleyenler kuşkusuz benle aynı duyguyu paylaşacaklardır, Sam Rockwell'in uzun çıplak ayna önü konuşmaları. Tehlikeli olmayan bir akıl var mıdır? Ben sanmıyorum. Düşünmeye başladığınız anda boyutlar arası yolculuk gibi kaybolmaya başlarsınız, her türlü kavramın insan beyninde kategorileştirildiği varsayılsada, kavramlar arası geçişler sancılı ve kaybolmaya müsahittir. Bir çıkış kapısının olup, oraya bir daha asla dönememek gibi de düşünebilirsiniz, artık her kapı başka bir bütünlüğe açılacaktır. Biraz if fonksiyonlarına dayandırma sebeblerimizle benzer şeylerden bahsediyorum.

Bu film durup dururken nereden aklıma geldi? Bütün suç bayram gibi uzun tatillerin. Sakın tatilleri sevmediğimi düşünmeyin, bayılırım. Ama düzen değişiklikleri beni sarsmaya müsait olduğu için, original position'a dönmem zaman alıyor. Pazartesi sendromunun daha da sancılısını düşünün. Neyin ucundan tutsanız olmaz, çünkü aklınız orada değildir, uyudukça uyumak gelir içinizden, zaman ve yer kavramını, tüm to do list saçmalıklarını bir kenara koymak istersiniz ama artık olmaz. Adapte olmaya çalışırken, seyrettiğim sofistike festival filmlerinden de kaynaklanabilir, kafamda dönmeye başladı. İzlemediyseniz tavsiye ederim. 

Bu sendrom meselesinden nasıl kurtulunur. Bence bu seferki bir de haftasonunun gelmesiyle çok kolay olmayacak. Çalışanlar için bir hafta önceki tempo devam edecek ama öğrenciler sınav havuzuna düşecek. Arada tatil var, çalışırız yalanı, yalan  olduğunu bir kez daha gösterecek.  Bir an önce sirkelenmek lazım.

Zaten bana herkes bugün 11.11.11 bunun tadını çıkarmalıyız havasında gözleri saate takılı kalmıs bir rüyada yaşıyormuş gibi geliyor. Maalesef gökyüzünden konfetiler dökülmedi. 

Tehlikeli aklın yerine şu an kendimi koyuyorum ve size soruyorum. Bugün milli maç var, herkesde bir heyecan, üstelik de Arena'da. Dünya kupalarında eğer iddialı değilsek hepimiz bir ülkeyi desteklemeye başlarız, hepimiz bir taraftan Barcelona ya da Real Madrid taraftarıyız, tamam. Dil, din, köken, mezhep, şehir değil bahsettiğim, spora dair bir coşku, duygudan bahsediyorum, kendini Kürt olarak kabul edenler ve olanlar, milli maç olduğunda nasıl davranıyorlar, ne hissediyorlar, nasıl bir taraf tutuyorlar. İdeolojilerden, kavramlardan bahsetmiyorum, bir karşılaşmayı izlerken doğan duygudan. Ben bir cevap bulamadım, belki sizin vardır.

4 Kasım 2011 Cuma

Tecavüz edilen vs Tecavüzcü vs Rule of Law

Başlığın bu kadar şaşalı durduğuna bakmayın, hukuk düzleminde bu ülkede neler olabileceğine şaşırmayacak kadar bu ülkenin insanı olma şerefine eriştim. Sabahtan beri tweetleri okurken, golcü savunma oyuncusu, tecavüzcü hakim derken bu ülkede ne tam anlamıyla olduğu gibi, ya da olduğu gibi algılanıyor diye düşündüm. Cinsellikten bu kadar çekinen, konuşamayan bir millet nasıl oluyor da tecavüzü diline pelesenk edebiliyor. O zaman biz her kavramın getirileri, ona sebep olanlar derken, oldukça seçiciyiz. Yani 5 tane karın olabilir, hiç problem değil, ama onları bir odaya koyup para verdiğinde biz ona fuhuş diyoruz. Ya da 17 yaşındaki kız evlendirilebilir, her gece kendinden belki yaşta büyük bir adamın koynunda yaşlanabilir ama o zaman da töre diyoruz. Kendi isteğiyle seks yaparsa orospu, biri onu zorlarsa kendi isteğiyle yaptıya getiriyoruz lafı. Sadece karşı taraf tecavüzcü damgası yiyor. Damgası yiyor dediğimde haksız yere anlamını yüklemeyin lütfen, bu ara ne desek biri düşüncelerimize tecavüz ediyormuş gibi gelmiyor mu? 

Demek istediğim kavramları, ortamları, olanları ve olacakları toplumlar yaratır. Bu kadar kadın cinayeti, kadına şiddet, tecavüz olaylarını erkeklik hormonları ya da eğitimsizliklere mi bağlayacağız? Yapmayın allah aşkına, ben bir kadın olarak bu açıklamaların hiçbirini yeterli ve güvenli bulmuyorum. Cinsellik dediğiniz tabu, ve gelenek dediğiniz duvarlar her kötülüğü içinde barındırıyor sanki. Tanımlanmamış suç suç olmaz diye bir kavram vardır, bir de iradesini kendini ve kendi isteklerini kontrol edemeyecek ölçüde kullanamayan ya da kullanma özgürlüğü olmayan bireyler var. Kontrol edemeyen tecavüz eder, özgürlüğü olmayan buna boyun eğer. 

Göğsümüzü kapayalım, çünkü davetiye çıkartıyoruz, etekler uzun, silüetler perde arkasında, ama sen yüzüme bakarak cinsel organını kaşıyabilirsin, ki bunu her gün sokakta yapıyorsun. Olan ve olacak olan her şey toplumsal cinsiyetler (gender) arası farklılıklardan doğan, en başından beri adaletsiz görüşlerin fışkırmasının sonucudur. 

Şimdi dönüp her şey için bir hakime bağırmak bana yetmiyor. Zaten cinsellik, ya da cinsel birleşme, her zaman iki taraf aynı oranda istediğinde gerçekleşen bir eylemi? Bunu çıkaralım şu kavramdan. Tecavüz önce kişilik haklarına, vücut bütünlüğüne aykırı, irade özgürlüğünün barınmadığı, azmettirici nitelikte bir eylemdir. Tabulardan kurtulalım, o kız bir daha asla temiz olmayacak, hayır o kız hep canının yakılmasından, istenmediği şeylere zorlanmaktan korkacak, bir de sizin ona yapıştırdığız damgalardan. Ona hep güvenmemenizden. Ya istediyse, aklını çelmiştir o oğlanın, kuyruk sallamayan köpeğe. Susun lütfen. 

Tecavüz yargının sorgulanacağı öyle ufak bir noktadır ki. Şaşırmayın. Fatih Altaylı yine isimleri tek tek vermiş, rica edicem isteği dışında sekse zorlayan eşleri, sevgilileri, babalarında isimlerini verir misiniz? Ama yok biz yine dağın görünen kısmıyla ilgilenelim. Resim hazır, pis bir adam, orman ya da araba, filmlerden bildiklerimiz, tecavüz. 

Benim bedenime bakarken de, dokunurken de, kendi tabirinizle kullanırken de önce saygı duymanızı bekliyorum. Biz bütün kadınlar, sadece tecavüze uğrayanlar değil, sahip olduğumuz bedenleri taşımak için size karşı her gün bir uğraş gösteriyoruz, bunu farkında mısınız? Biz hep kendimizi korumaya çalışıyoruz? Peki neden? Bize öğretilen ve maalesef izlediğimiz gibi yaşananlar bundan ibaret. 

Cinayet, fuhuş, tecavüz, darp, bunların arasından yargı çıkmaz, yanlış yere bakıyorsunuz. İnsana bakın dönüp, yapanlara değil artık!

3 Kasım 2011 Perşembe

Karalıyorum..

Dün kim olduğunun önemli olmadığı biriyle 5,5 saat kendimi bulmak için konuştum. Hayır bulamadım. Bu zaten öyle aman aydınlandım ben buymuşum demekle olacak bir şey değil. Çok yorulmanız ve gerçekten düşünmeniz gerekiyor. Kendini bulma meselesinde ister istemez düşünebilen ve düşünemeyen insanlar üzerinden bir tartışma başlıyor. Sonra canımız sıkılmaya başlayınca topluma saydırıp, bardak gibi kendimizi camın önüne koyuyoruz. En son boşver beni kendine bak derken, kendi acınacak halimi nasıl gördüğümü size anlatsam, Rawls'un empanti insanlara eşit olmayan bir şekilde dağıtılmış ve en adaletsiz, çirkin duygulardan biridir önermesini yok saymış olacağım. Evet size güvenmiyorum. 

Ortak olarak buluştuğumuz nokta, insanlar eğer karşılarındakilere ne hissettirdiklerini bilselerdi, o yönde davranmazlar mıydı acaba? Acaba? Adam Smith eğer bunu dersem, mezarında ters döner. Bencil kişiliklerimize ne oldu? Başka birini üzmemek, ya da mutlu etmek adına biz olmaktan ve kendi arzularımızdan mı vazgeçeceğiz. Temel haklar teorileri, özgürlük tanımlarına ne oldu, bir şeyi doldurmaya çalışırken diğerinin içini mi boşaltacağız. 

Saçmalıyorum ve siz büyük ihtimalle hiçbir şey anlamıyorsunuz. Biz dün akşam anlaştık. Sadece paylaşmak istedim. 

1 Kasım 2011 Salı

Ayna, Vino, Sahil, Moshos, Cunda..

Şımarık Pilavı
Bir süre kendimi dinlendirmeden bunları da paylaşayım dedim, sonrası yoğun,bayram,gitmek,dönmek. Evet bana bayram tatil gibi gelmiyor. Eminim çalışanlar için kıymeti çok fazladır. Ben de sizden biri olduğum zaman bu kadar burnumun dikine konuşmayacağım ama çook işim var, maalesef. Size iyi tatiller. Gelelim benim Cunda seyahatimin ikinci kısmına. Açkan okumamanızı tavsiye etmekle kalmayıp, aç olduğunuzu hissedersem kapatırım sayfayı ;) 

Cumartesi öğlen yemeği ve bizim için öğlen içmesi için durak Ayna. Biz ikide içmeye başlayıp, beş yedi arası latesiestadan sonra içmeye devam ediyorduk, pek bir keyifli oluyor. Ayna'nın müdavim köpeği pirinç orada değildi ama güleryüzlü sahipleri bizi ihya ettiler. Menüden her şeyi söyleme eğilimimizden sonra ev şarabı, peynir tabağı, tereyağlı cevizli erişte, Şımarık Pilavı!, zeytinyağlı tabağı ile yetinmeye karar verdik. Unuttum bir de o güne özgü girit kapağı vardı. 

Peynir tabağı daha sonra anlatacağım Vino Şarapevi'ne göre çok daha iyiydi. Tereyağlı erişte hepimizi mest etti.Şarabın üzerine mutlaka vişne likörü için, tercihen tadını daha da iyi almak için iki tane için. Zeytinyağlı tabağında resimde gördükleriniz mevcut, sanırım gününe göre değişiyordur. Kabak çiçeği dolması iki gün içinde yediğim en lezzetlisiydi. Peynir tabağında ortada gördüğünüz kasenin içinde ev yapımı mayonez var. Ekmekle yenen daha lezzetli bir şey yok. İstanbul'daki restoranların bunu keşfetmemiz olmasına üzüldüm çünkü biz utanmadan iki kase yedik. Gelelim Şımarık Pilavına. Deniz ile barışık, babam çıksa yerim diyorsanız tam sizlik. Mürekkep balığının mürekkebiyle pişirilen, içinde kalamar, karides, midye olan bir pilavdan bahsediyorum. Öldüm de cennetdeyim durumunu biz yaşadık. Mutlaka yaşayın siz de. Bu kadar şeyi yedikten sonra Cunda'nın  en prestijli restoranından, bkz. Marie Claire, Instyle gezi ekleri, 125 TL ödeyerek çıktık. Ellerine sağlık gerçekten.

Zeytinyağlı Tabağı
Peynir Tabağı


Sakın bunun üzerine doyacağınızı sanmayın!


Ev Yapımı Mayonez

Tereyağlı Cevizli Erişte



Hepsinin üzerine şarapta armut tatlısı sipariş edebilirsiniz ;)






Utanmaz Kediler
Sağdaki Karadut Likörüdür. 
Cuma günü için tercihimiz Vino Şarap Evi oldu. Sahilin iki arka sokağında renkleriyle sizi hemen kendisine çekiyor. Cunda Şarabı ve Cunda peynirinin kiremit içerisinde eritilmiş halini ve karadut şarabını mutlaka deneyin. Ben kivi ve kuşburnunu da denedim ama beğenmedim. Biraz zorlama olmuş sanki. Ama aklınıza gelebilecek her şeyin likörü var. Eve dönerken şık şişelerde de biraz getirebilirsiniz. Kediler biraz rahatsız etse de saatlerinizi hoş bir sohbet ve şarap eşliğinde geçirebilirsiniz. 



Akşam yemeği için tavsiye üzerine sahil restorandaydık. Kış geldiğinde mekanların masa sayılarında problem olabiliyor ama güleryüzleri ile bekleme süresini yok sayıyoruz. Balık deniz balığı, tam mevsimi, lezzetinde, söylenebilecek hiçbir şey yok. Mezeler fark yaratıyor. Fava bugüne kadar Bozcaada'da yediğim en iyisiyle yarışırdı. Kabak çiçeği dolması çok taze değildi ama hardal tohumlu levrek marin her şeyi unutturuyordu. İstanbul'da yemek isterseniz Galatasaray Lisesi yanı Beyoğlu Meyhanesi. Hesap kendini gösterse de biz tıka basa 10 meze ve balıktan sonra doyuyoruz. Üstüne lor tatlısı da mükemmel oluyor. Buyrun neler yemişiz? 

Fava
Hardal Tohumlu Levrek
Kavrulmuş Ot

Kabak Tatlısı ve Lor

 Karışık ot, yok ben ot yemem demeyenlerin bile kalbini feth edecek cinsten, denemeden kalkmayın..












Son gece için Moshos tavernasını seçtik. Gecenin gidişatı için en doğru seçim olmuş. Bir büyük, bir küçüğü dört kişi içerek kendimizi yeterince zorlamışken, rum müzikleriyle resmen kendimizden geçtik. Hızlı yemek yiyen bir grup olduğumuz için garsonlar yetişmekte zorlansalar da, 5 numara meze, 7 numara balık yedik. Mezeler çok memnun etmese de arada biri vardı ki, hayatınızda hiç yememiş olabilirsiniz. Kalamar dolması. Kendinizi balık seviyorsanız bundan mahrum etmeyin. Rakı sofrasında en sevdiğim olan, ki beşinci dubleden sonra dünyada en sevdiğiniz olabilir, kiremitte tahini getirmezlerse bile isteyin. Mükemmel yemek için değil ama iyi müzik ve çok keyifli bir akşam için Cunda'ya yolunuz düşerse atlamayın. 

Kalamar Dolması
Kısa bir tatilden sonra görüşmek üzere.. Bir yere gitmiyorum, kıskanmayın, sadece dinleneceğim..