31 Ekim 2011 Pazartesi

Cunda'da kahvaltı ve kahve


 
   1

Yazın ortasında olsaydık sahil kenarındaki Ayvalık tostçularından herhangi birine oturabilirdik. Maalesef dondurmacı haricinde hepsi kapalıydı. Biz de mecbur bir arka sokağa geçiş yaptık. Benim daha önce de bir kez kahvaltı ettiğim Karadeniz Pastanesi'nde durduk. Direk Girit ya da Cunda kahvaltısı beklemeyin, ama oraya özgü olan lor tatlısı ya da lor peynirini bulabilirsiniz. Kahvaltı tabağında zeytinyağı kekiği de ihmal etmiyorlar. Biz bir de omlet istedik ve sabahın golünü attık. Nedir bir omlet? Sakın öyle demeyin, tereyağı eritilip, hafif kızdırıldıktan sonra kırılan yumurtayı biliyor musunuz? Biz bayıldık. Lor peynirine en çok vişne reçeli yakışıyor, genelde sormuyorlar ama tercihinizden o yönden yana olsun. (1) 

Bir sonraki durak meşhur tarihi Taş Kahve idi. Kahvesini içmiştim ama girip de hiç oyun oynamamıştım. Damla sakızlı kahveyi ait olduğu yerde mutlaka deneyin. İçeride servis yapan ağabey ile sohbet edin, biz kazanamayacağız diye bir ara bayağı korktu. Kahvedeki iki kadın bizdik galiba ama kimse yadırgamadı. Yorulduğunuzda mutlaka durun ve çayını kahvesini tadın. (2)

2


3
3
Ertesi sabah için gördüğümüz bir Girit böreği tabelasının peşine düştük. Bir yere sorunca, bu konuda tek adres var, siz şuraya gidin dediler. Adres: Fysiko, Narlı Bahçe. Sahipleri o kadar şeker insanlar ki. Biz iki kişi üç tabak börek yiyip, tepsileri bitirdik ama hala çok güleryüzlüydüler. Bahçelerinde gerçekten bir nar ağacı var. Çok büyük bir bahçe değil belki ama kendinizi iyi hissediyorsunuz. Cunda'da meyvesuları, şaraplar ve likörler ev yapımıdır. Böreğin yanına çok yakıştığını söyledikleri için biz Erik suyu içtik, gerçekten de çok iyi bir ikili oldular. (3)

4
4
Son kahve durağımız ise Rahmi Koç tarafından yaptırılan yerliler arasında Koç müzesi olarak anılan kafe. Değirmeni rehber alarak çıkabildiğiniz kadar yukarı çıkın. Yalnız bizim gibi rüzgarın çok fazla olduğu bir zamana denk gelirseniz zorlanabilirsiniz. İçinde çok da güzel restore edilmiş bir kütüphane var, biraz vaktiniz olursa Cunda gazeteleri arşivini karıştırabilirsiniz. (4)


Afiyet olsun, hala bayram planınızı yapmadıysanız şiddetle önerilir. Bir sonraki yazı şarapevleri, balıkçılar ve taverna üzerine olacak. Biraz yorgunum şimdi. Beklemenizi rica edeceğim.

30 Ekim 2011 Pazar

As we did! Photos!

You can ask why always these are black and white? I don't really know. Colors make somethings beautiful, somethings characterless. This is my opinion. Especially, for portraits, I wanna see lines of face. One day, I will send photos of these people which I didn't want permission to take their photos. Thank you.





Bu amcayı izlememe rağmen okeyi aldık :)






25 Ekim 2011 Salı

Just about love as usual

There are 132 pages which is written by me to someone, I adore.
All is about love.
And there is a breakup poet at the end of the all pages.
Full of awareness, full of hopelessness.
Hope, lie, disappoitments..
I just want to write, say something to myself, you're gonna be okey.
But, I don't believe in end.
This is beginning of love and pain. Like a beginning of a relationship. Everything mixes.
Just, I know you, know your name, singing songs to you.


This blog is my private area. I have right to say whatever I want. But you don't, I'm sorry for that. Kidding me, I'm not sorry, I can control your comments. Opps,  keep silence. And just read, may be you can meditate yourself, I don't know, I'm not you.  Especially for this post, be careful. I need some relaxation, expression,confession so whatever. This is my page. Listen the song and go..



24 Ekim 2011 Pazartesi

Darkness, my camera











Samsun, tadı damağınızda kalacak..


Karadeniz'e gidilip et neden yenir diye düşündüğünüzü biliyorum ama bu meşhur tandırcıyı duyunca kendimizi tutmamız mümkün olmadı. Samsun'un tam göbeğinde, PTT'nin olduğu sokak üzerinde İkizler Tandır hayal ettiğinizden daha da büyük bir lezzet sunuyor. İster pilav üstü, ister sade, yedikçe daha da fazla yiyesiniz geliyor. Et yemeyen arkadaşım bile ikinci tabakta oldukça hevesliydi. 








Akşam için durağımız Cemo'nun Yeri Pamuk Kardeşler'di. Samsun'da her yerde rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. Nitekim gittiğimiz her yer fulldü. Daha masaya oturduğunuzda midye dolma, salata, peynir sizi bekliyor. Sonra mezelere geçmeden Karadeniz'e özgü olan kavurma turşu ve mısır ekmeği geliyor. Yanda gördüğünüz şişte hamsi. Biz bir şiş geleceğini düşünürken ye ye bitiremedik ama inanılmaz lezzetliydi. Pul biberin hamsiye bu kadar yakışacağını düşünmemiştik. 








İstanbul'da yediğiniz somon fümeleri füme zannediyorsanız yanılıyorsunuz, bu kadar lezzetlisini hiç yememiştim. Tabii mor soğandan çıkan dumanlar da işin lezzetini oldukça arttırdı ama söylerken düşünmek bir hataymış. 














Mısır ekmeği sıcak olarak ikram ediliyor. Önce ekmeğe benzetemiyorsunuz, bu ne acaba diye bakıyorsunuz, yemeye başladığınızda bunu niye başka bir yerde yiyemiyoruz diye sormaya başlıyorsunuz. Sonrasında yenen palamutun ne kadar lezzetli olduğundan bahsetmeyeceğim. 










Restorant ile ilgili tek eleştirim, bir çok şeyin siz istemeden sofraya gelmesi ve sonra sizin karşılaştığınız sürpriz hesap. Sonda ikram edilen kabak tatlısı anneminki ile yarışırdı. Ellerine sağlık. Son bir eleştirim tereyağlı karideslerin gerçekten tereyağının içinde yüzüyor olmasıydı, koku müthiş ama yüzmeden de aynı lezzete ulaşabiliyorsunuz. 


Pazar günü durağımız Ünye'ydi. Mekanımız Çakırtepe Pelitpark. Yediğimiz her şey on numaraydı. Özellikle Samsun'da yediğimiz pideye göre, Karadeniz pidesi budur dedik. Yandaki kiremitte kavrulmuş turşu. Alışık olmadığımız belki içinde fasulye olması. Yanında ne yerseniz yiyin, müthiş eşlik ediyor.












Ben her zaman kıymalı pide taraftarıyım. Yumurtasına batıra batıra yedim, biliyorum çok gözüküyor ama size yediriyor. İstanbul'da böylesini yedim mi bilmiyorum, ama tadı damağımda kaldı. 














Benim için gezinin yıldızı Kiremitte Çırpma idi. Beyaz peynir,  kaşar peyniri, çökelek, yumurta ve maydanoz ile yapılıyor, yanında lavaş ile servis ediliyor. Kahvaltı için ideal ama biz öğlen yedik. 












Son anda sütlaç ister misiniz diye sormasalardı çok üzülecektim. Anneannem çok güzel sütlaç yapardı, bu pirinci bol olan bir sütlaç değildi ama fındığı ve hafif yanığıyla çok lezzetliydi. Gördüğünüz gibi ben fotoğraf çekene kadar neredeyse yarısını yemişler!!














Karadeniz'de çay için süzgeç kullanmazlarmış. Önce evde aradık, sonra baktık gittiğimiz hiçbir yerde süzgeç kullanılmıyor. Gerçekten tavşan kanı dediğimiz ve çok güzel çaylar içtik. Ki ben çayı çok seven biri de değilim. 


Gezinin tamamı durun daha fotoğrafını çekmedim demekle geçti. Yine de kontrol etmeyi başardım. Rakı içmenin Karadeniz'de ne kadar keyifli olduğundan bahsedip sizi üzmeyeceğim. Hala gitmediyseniz, yemekleri bir kenara bırakın ama dalgaların sesini dinlemek, yeşil ve mavinin tonlarını görmek için, bulutlar karardı mı her yeri nasıl isin kapladığını görmek için gidin. 










Van

Bundan 12 yıl önce, yıl 1999..
Ben insanların yardım çığlığı attığı o beton binaların altından sapasağlam çıktım. 
Bahçede, hastanede uyudum, altıma yaptım, sadece haşlanmış patates yedim, gözlerimi kaparsam öleceğimi düşündüğüm için uyumadım. 
Çoğu insana göre çok şanslıydım, her şeye rağmen çok hızlı normal hayat düzenine döndüm. 
Bugün ilk kez görüntüleri gördüm. İzlemek o kadar garipti ki, sizin bizleri izlediğiniz gibi şimdi biz onları izliyoruz. 
Bundan bir yıl önce travma tedavisi gördüm. 10 yıl sürdü benim o enkazdan çıkmam. 
Onlar da çıkacaklar, kayıpları, acıları, yoklukları ile beraber. 
Yeni umutlar, yeni sevinçler, yeni başlangıçlar. 
Bir süre her şey çok acı, kalanlara şükretmeyi öğretmesi en acı tarafı hayatın. 
Çığlığınızı duyuyorum, seyredemiyorum belki ama duyuyorum sizi, küçük bir kız hatırlıyorum, ve şimdi bunları konuşmaktan korkmayan  kocaman güçlü, hayattan korkunç keyif alan bir kadın görüyorum. 

20 Ekim 2011 Perşembe

Ey ahali, savaşa evet diyoruz farkında mısınız?

İki gündür ağzı olan, kalemi olan, karşısında birinin olduğunu düşünen herkes konuşuyor. Herkes acıyı farklı yaşar derler ya, herkes kendi dilinde ne hissettiğini, ne düşündüğünü söylemeye çalışıyor. Ama "Sayın" BDP genel başkanının dediği gibi uçurumun kenarında değiliz düşüyoruz. Söylenen her kelime bir tehdit olmaktan çok bir eylem. Mayınlı bir arazide yürür gibi, yandıkça yanıyoruz. Normal zamanlarda gazeteyi günde iki üç defa okurum, köşe yazarlarına bakarım, twitter'da daha bir dikkatli bakınırım, ben iki gündür bunların hiçbirini yapmıyorum. Manşetler, yorumlar o kadar can yakıyor ki. Faşizm kitaplarda okutulur, Mussolini'nin çayı bittiğinde, Hitler ölmeyi seçtiğinde bitti sanmıştık. İçimizdeki Hitler'i öldürememişiz biz. Bir tek "kana kan intikam intikam" diye naralar atmadığımız kaldı. Kedinin kuyruğuna bastılar, başladı ciyaklamaya. Ben asla yapılması gerekenler yok demiyorum. 10000 askeri gönderdiğinde, bordo bereler yerini aldığında ortaya çıkacak kayıbın daha az olacağına inanmıyorum. Bu bir savaştır. Biz savaşa gidiyoruz, bu sınırda çıkan bir çatışma ya da karakol baskını değil, biz savaşa evet diyoruz, o eleştirdiğimiz Amerika Irak'ta ne yapmışsa biz aynı dilin sözcüklerini kullanarak savaşa gidiyoruz, ey ahali duyuyor musunuz? Daha çok anne ağlayacak, daha çok camdan feryat gelecek, barış belki onların ağzına yakışmıyor da, onlar ağzına alınca kirlendi de o yüzden mi bizde kullanmıyoruz? Biraz geriye giderseniz state making=war making diye bir kavram vardır. Eğer sonunda birileri bir ülkenin, bir toplumun ya da zorla kazanılmış bir hakkın temelini bu günlerin, bu gençlerin, bu yasın, bu kara bayrağın üzerine kuracaksa, ben o toplumun bir parçası olmadığım, bir Türk olduğum ve ağlasam, haykırsam bile bu ülkenin çocuğu olduğum için hep gurur duyacağım. Başta bir adam yok edin emri verdiğinde insan olmaktan çıkan her ölüm makinesine lanet yağdırıyorum. 

Yayınlar kalkıyor, duruyor, reyting canavarlarından vazgeçen yok tabi. Bir yanda saklanmayın, gizlenmeyin, konuşalım diyenler var. Maçı üç dakika erteliyoruz, barları kapatıyoruz. İşte biz gazete küpürlerini okuyanların da yapabileceği bunlar, ee tabi birde yürüyoruz. Biz yürürüz, bu ülkede her şey için yürürüz. Bir gün meclise, bir gün askerlik şubesine, bir gün Taksim'e, bir gün Metris'e. 

Biz kurbanımızı erken kestik, şimdi kanını herkes alnına koyup, paylaşıyor. Farkındalar mı, barış için atılmayan her adım kanı bulaştıracaktır. Allah bize sabırlar versin. Hayat durdu. Kaddafi durdu. Ne oldu, iki gün önce olsaydı çok şey ifade ederdi belki, ama artık kana vahşete kulaklarımız, gözlerimiz o kadar kapalı ki. Yapmayın, dünyayı kışkırtmayın. Kışkırtmayın! 

İçinizde abisi, tanıdığı, akrabası askere giden vardır. Çok güvenli bir yerde bu zamandan geçtim. Aylar oldu ben telefonumu sesliye almadım, geçen gün nasıl çalıyordu diye düşündüm, hala zıplıyorum yerimden. İki gündür hep şunu düşündüm, dün 26, bugün daha fazla, yarın  daha, ne onların telefonu ne de ailelerinki onlar tarafından çalmayacak. 

Birde bugün kardeşim babam için "babam sakin adamdı abla, yapmazdı öyle şey dedi". Soramadım nereden biliyorsun diye.  
Ben birde geriye kalan çocukları düşündüm..

16 Ekim 2011 Pazar

Love in white t-shirts!

Sırılsıklam bir gün. Sinemaya gitmek bile isteyemiyor canım. Camdan bakınca bile üşüyorum. Sıkılıyorum da. Ne yapsam dedim, en iyisi şu dolabı yerleştireyim. Milyon tane beyaz tişörtümü özenle dizdim, tekrar tekrar katladım, biraz hangi gün hangisini giyeceğim üzerine düşündüm. Sonra Samsun'a da saklamak lazım deyip, kirlenmesinler diye en sevdiklerimi daha da alta koydum. Bu benim ve beyaz tişörtlerimin aşk hikayesidir. 


Her mevsimin vazgeçilmezidir beyaz ama bende biraz takıntılı bir yere sahip sanırım. Her mağazaya girişimde bir tane almadan dönüyorsam bilin ki maddi olarak o ay sıkıntılarım varmış. Hepsi artık birbirine benzer, yakaları bile çok uzun zamandır, derin V ve ondan daha az derin V olarak değişiyor. Daha dar, daha bol. En klasik etek, pantolon, şort, aklınıza gelebilecek her şeyi beyaz tişört ya da atletle giyebilirim, zaten aksini nadir yapıyorum sanırım. Fotoğraflarıma baktığımda hepsinin aynı günde çekilmiş gibi gözükmesi sinirimi bozmuyor desem yalan olur, ama o gardrobun önüne geçtiğimde ben ne kadar inat etsem de hep onlar kazanıyor ve benim üstümde bir beyaz tişört oluyor. Son zamanlarda abarttım, üstlerinde bir çizgi bile yok, yani aşkımız o kadar saf ve temiz. 


Bir arkadaşım bir sohbet arasında güzel kız bir kot bir beyaz tişört giydiğinde güzel olandır demişti. Benim de erkekler için fikrim aynı galiba..


Bir kot ve beyaz tişörtler bence hayatınızı geçirebilirsiniz, beyaz tişört olmasa da beyaz gömlekle de mutlu olabiliriz. Benim için genelde rahat nasıl ediyorsam onu giymektir, ama hep iyi görünmeli, o yüzden de öylesine almış olmak için hiçbir parçayı almam. 

Bir yerde okumuştum Eren Talu sadece siyah takım elbise ve beyaz gömlek giyermiş. Cem Yılmaz'ı da siyahtan başka bir  rengin içerisinde göremedik. Bu boyuta ulaşmadan takıntıları dizginlemek lazım bana sorarsanız. Bana bu biraz hiç dönüşü olmayan bir evlilik, ya da ömür boyu aynı insanla yatmak gibi geliyor, araya biraz renk koymak gerekmez mi? Ama bu herkesin kendi tercihi tabii.

Bugün hangisini koluma takıp salınacağıma karar veremedim henüz ama bitmeden bir kaç nokta:

Öss kalkmaz, kimse heveslenmesin
Yarından itibaren muhtemelen Fatih Sultan Mehmet Köprüsü 1.köprü olacak
Yakında kadınlarımız koruma altında olacak, Mehveş Emin öyle demiş bakın
Dün gece balkon camıma biri yumurta attı, ya da kuş havadan atış yaptı, altıncı katta oturuyorum ve yakınımda bina yok, ve  yerde kırılmış bir yumurta var, yurttayken de odama kuş girerdi, şanslı kızım ;) 
Beşiktaş kendime direnip televizyonu açmadım, iyi ki açmadım, dün bir de bunu kaldıramayacaktım. 

Evden havuçlu, elmalı, tarçınlı kek kokusu geliyor, işte bu soğuk bir pazar günü..

14 Ekim 2011 Cuma

Tehlikeli aklın sancıları!

Bülent Arınç ekranda olmasına rağmen hala çok sakinim. 

Moda kelimesini nasıl algıladığını anlayamadığım bir kız bugün görsel zevkimin haz derecesinde ciddi hasarlara sebep oldu. 

Bir alışveriş merkezindeki tüm  mağazalara girdikten sonra aslında tüm mağazalarda aynı kıyafetlerin olduğunu farkettim, aslında yeni bir şey aldığımızda o aldığımızın yeni olmadığını ve yansıma olduğu kabullendik. 


Annem biraz önce saçımın at kuyruğu hali için Burcu Esmersoy senin yanında halt etmiş dedi, ki kendisi onu çok beğenir. Kunduza yavrusu güzel görünürmüş durumu mevcut anneciğim. 

Dün akşam yaptığım uzun ve keyifli ama hafif kırmızı sohbet sonrasında kadın-erkek ilişkileri karşı olan bakışım 5kadın-0erkek mertebesine yükseldi. Ve bir gerçek var ki, her ilişki iki kişi ile başlar ama bir kişi ile biter, ama o iki kişi koca bir ilişki boyunca aynı mertebeye ulaşamazlar ve evet kesinlikle biz ayrı gezegenlerdeniz. En son çaresizlikten bunu dün denklemle anlattım. 

Şimdi biz A deriz, onlar B der ama halbuki A=B ama ne olur biz o A demedi o da biz B demedik diye kavga başlar, son nokta C'dir, o da ayrılık. 

İki gündür yüksek lisans, ödevler, okul, ev derken arada dinlediğim hikayelerle utanmasam kendimden şu Antalya'daki okulda bahsedilen bir metre mesafe meselesine hak vereceğim, yok biz hayatı beraber falan güzelleştirmiyoruz, bir an geliyor seviyorsun sonra her şey önce gri sonra siyah, kandırmayalım kendimizi. En hareketli, bizim ritminden oynadığımız şarkılar bile ya karşı cinsi taciz ediyor, hakeret içeriyor (seni çöpe atacağım poşete yazık demek), ya da ulaşılamayan bir sevgiliden bahsediyor, ama biz bunda bile oynuyoruz, çünkü gerçeği farkında değiliz. Mutlu aşk yoktur, üzülerek artık bunu kabulleniyorum.

Daha önce bu kadar amaçsız bir yazı yazmamıştım sanırım. Sıkılırsanız bırakın, bu cümleyi okursanız, size teşekkür ettiğimi bilin. 

Modayı sebzeli çorbayla karıştıran kız tayt, lastik çizme, puantiyeli şifon bluz, yün hırka ve bakır rengi saçı aynı anda barındırıyordu. Dönüp lütfen modacıların neyi önemsediğini ya da bazen önemsemediğini önemli olanın sonunda ortaya çıkan olduğunu tekrar bir idrak etsin. Merak edenlere..

Resim aşina olduğumuz ama neyse yazıyla bağını siz kurun ve hani şu tokalardan kurtulma meselesi var ya bir de onu düşünün ;)

11 Ekim 2011 Salı

Hepimiz kumandalı atletli erkeğiz!

Belki apolitik bir nesiliz.
Belki politikadan,sağdan,soldan,değerlerden hiçbir şey anlamıyoruz.
Belki kendi rahatımız yerindeyse dünya yansa umurumuzda değil. 
Belki gazetelerin önce spor(erkekler),sonra magazin(kadınlar) bölümlerini okuyoruz. 
Belki haberleri seyretmek yerine diziler başlayana kadar başka şeylerle zaman geçiriyoruz. 
Belki siyasi romanlar okumak,bakış açımızı genişletmek yerine aşk ve bilim-kurgu romanları okuyoruz. 
Belki belgesel seyretmek yerine 3 sezon dizi seyrediyoruz. 
Belki bir öğrenci okut, Somali'ye yardım et diyen kampanyalara aa ne güzel deyip, kafamızın arkasına atıyoruz.

Belki de biz biziz ve böyleyiz ama bu tepkisiz olduğumuz anlamına mı geliyor? 

Hayır, kadına şiddete, hukukun kaybolup gidişine, şikeye, yalan dolana, Ergenekon'a, Balyoz'a, teröre, dağdakine, sınırdakine, hapistekine, telefonun başındakine, o kırmızı koltuklarında oturanlara, cenazesini taşıyana da, 7 kişiye mezar olan o banyoya, Wall Street'e, kapitaliste, komuniste, sağa, sola, liberale, muhafazakara tepkimiz var. 

Hala dinlemeyenler Rutkay Aziz'in Altın Portakal'daki konuşmasını lütfen dinlesinler. Bu sene festival hem kadın teması ile yola başladı hem de 80 darbesi nedeniyle yarışma şansı dahi bulamayan filmler, yönetmenler, oyuncular ödüllerine kavuştular. Olması gereken oldu kısacası. Biz biraz o zamanki farkındalıkların özlemini çekenler duygulanmışlardır. 

Sanki dırdır yapan bir kadın var sürekli, biz de karşısında atletiyle oturan bir erkek, ne onu ne insanlığını, ne derdini duyuyor, umursuyoruz. O kadın arada çok önemli şeyler söylüyor, kulaklarınızı azıcık açın, çok değil. Ben ölüyorum, o yanıyor, onun karısı öldü, o tutuklu diyor. Duyuyor musunuz?

9 Ekim 2011 Pazar

Kış sen mi geldin?


Fotoğraf dün öğleden sonradan, çok uzak bir zaman değil. Güneşin bizimle saklambaç oynadığı bir anda camdan yakalanmış bir kare. Bir iki kuru ağacın olduğuna bakmayın, bayağı sitenin içindeki ormana beyaz çamaşırlarını asmışlar. İstanbul gibi bir şehirde hele semtiniz de namüsahit ise böyle görüntüler sanat niteliği taşıyabilir. Ama sanırım ben güneşin bahara kadarki son fotoğraflarından birini çektiğim için heyecanlandım daha çok. İyi ki dün vedalaşmışız, koca bir şehir yağmura uyandı. Sabaha karşı ben eve dönerken çiselemeye başlamıştı ama bu kadarını beklemiyorduk. 

Bir mevsime veda edip yenisini karşılarken neler yapar biz insanoğlu? 

Önce alışveriş, her zaman münasip yerlerimizi örttüğümüz yapraklar yetersiz gelecek ki, en baştan medenileşmeye başlarız. 
Yaz arkadaşlarına veda ederiz, onlar bu yeni mevsimde hayatta kalamazlar. 
Kendimize güzel bir kahve fincanı alır, ısınmak için likörleri rafa sıralamaya başlarız. 
Daha çok DVD alır, koltuğun üzerine diz battaniyemizi yerleştiririz. 
Bir de en yakın sandalyenin üzerine her an ürperirsek diye bir yün hırka.
Daha çok hazır çorba alırız. 
Daha çok kitap birikir masanın üstünde. 
Perdeleri daha az açacağımız için yere kadar indiririz, ışık kaynağımız biraz yapaylaştı malum. 
Soğuktan kuruyup çatlayacak olan ellerimiz ve dudaklarımız için koruyucu kremler alırız. (Daha kolay bir yolu var, hem de masrafsız, elinizi tutup, sizi öpmeye doyamayacak bir sevgili bulun kendinize.)
Yağmur çizmelerine bir yenisini ekleriz. 
Geçen yıl kaybettiğimiz şemsiyemizin yerine yeni bir tanesini koymaya çalışırız. 
Uludağ sezonu ne zaman açılıyor diye herkes birbirine sormaya başlar. Ee artık ara mevsimler meşruluğunu kaybettiği için.
Şimdiden yılbaşında ne yapıyoruz konuşmaları başlar. (Geçen yıl tam on ikide ağlıyordum, bu seneden de pek umudum yok.)
Daha çok televizyon seyreder, birbirimize Fatmagül, İffet, Kerim, Timur Bey diye hitap etmeye başlarız. 

Ben hazırlıklara daha başlamadım, seyahat planlarım da daha tam oturmadı, ama üşümek korkusu kafi. İki hafta sonra Samsun'da olacağım, çok da heyecanlıyım. Araya bir yere Edirne ya da Çanakkale yerleştirirsem benden mutlusu olmayacaktır. Ne zaman Uludağ'da olacağım bilmiyorum ama bu sene kar olan her yere yolum çok düşecek sanırım. (dünkü yemek sohbetimiz Erzurum'a kadar gidiyordu, durun ben almayayım)

Bir önceki pazarı düşünüyorum da, ben bunu da sevdim. Biraz daha karamsar ama romantik, ıslak ama ürpertici. 

Şimdi veda etme zamanı. Yaz seni bekleyeceğiz.. Kış hoşgeldin..

Biraz efkarlanmaktan zarar gelmez. Dozunda olduktan sonra. Karşınızda Minnie Riperton. Ben her pazar hayalimde bir yere, bir ana, bir resme tekrar aşık olurum, ama sanmayın bu çok kolay. İstanbul'dan daha ıslak bir gün geçirebilirim ama sonunda hep değer. Ben severek yaşadığımı hissederim, bir de bu şarkıyı zararsız bir  psikoloji ile dinlersem..




8 Ekim 2011 Cumartesi

Julie&Julia

Ben yemeklerin fotoğrafını çekmeye başladıktan ve bu food diary meselesinden sonra bir arkadaşım bana Julie&Julia'dan bahsetmişti. Yakalayıp seyretmek bu keyifli cumartesi sabahı olacakmış. Seyrettikçe acıkıyorum. İtiraf etmeliyim, mutfakla salon arasında gidip gelirken filmin bazı sahnelerini kaçırmış olabilirim. Siz izlemeye karar verirseniz, yanınıza tatlı, tuzlu, ekşi, sıcak, soğuk ne varsa alın ki filmi izlerken yorulmayın. 

Julie&Julia gerçek iki öykü üzerine kurulmuş, paralel gibi gözüken ama aslında farklı 50 yıllık süreçlerde geçen bir film. Merly Streep Paris'e hayran olup, oradaki Amerikalı kadınlara fransız yemeklerini öğretmek isteyen bir kadın. Amy Adams ise Streep'in yazdığı kitaba ve ona hayran biri olarak, hayatına bir anlam katmak için bir blog açıyor ve kitapta yer alan her tarifi bir sene içerisinde tamamlamaya çalışıyor. Ve beklenen oluyor, blog en çok okunan üç blog arasına giriyor ve tabii ki 90 yaşında olan Julia Child da ondan haberdar oluyor. 


Yemek yemeye ve pişirmeye tutkun iki kadın, bir kitap aracılığıyla birbirleriyle adeta konuşmaya başlıyorlar. Ben açıkcası ikisinin de eşleri yerinde olmak isterdim. "Hayatım yemekte ne var?". 


Bu yumurtayı biz Türklerin yaptığı gibi bir cezveye atmak ya da yağda yumurta dediğimiz, tereyağı üzerine kırılan (ki ben bunu şekerli yerim) tarzlarının dışında ustaların yumurta haşlama tarzını biliyor musunuz? Kolay olduğunu söyleyemeyeceğim. Egg Benedict'in üstündeki yumurtaları düşünün. Sarısı bir sürpriz gibi beyazının içine saklanmış. İşte bunu elde etmek için  kaynamış suyun içine yumurtanızı kırmanız ve daha sonra etrafta kalan beyazını karıştırmanız gerekiyor. Tam olarak haşlandığında kaşığa dağılmadan gelecektir. Denemek istiyorum diyorsanız buyurun, eminim size yardımcı olacaktır. Julia'nın da dediği gibi yumurtalar mutlaka taze olmalı. Ki bu şu an benim bunu evde denemememin tek sebebi ;) 


Bu ilham perileri eşliğinde ben bu sabah ne yedim? Lor ve beyaz peynir karışımıyla yapılan börek (yanında rokfor yerseniz alın size üç peynirli börek oluyor) ve annem ve benim son favorilerimizden "Meyveli yoğurt". Yumuşamış elma ya da şeftalileri kullanabilirsiniz, onları doğradıktan sonra biraz yoğurt biraz da çilek marmelatı. Güne daha tatlı ve hafif bir başlangıç olamaz. 


Merly Streep'in Julia'ya ne kadar benzediğini görmek istiyorsunuz, işte son zamanlarda bir gazetede de resmini gördüğüm gerçek Julia.. 


Bitirmeden söylemeliyim ki, ben gerçekten sevgililer gününü önemsiyorum. Doğumgünleri, yıldönümleri ve her ne günleriyse. Hayatın karmaşasında yok olduğumuz her günde bunlar insanlara yük değil, hayatı kolaylaştırıcı hatırlatmalar ve bütün bir senelik beklentilerden kurtaran her gün kadar kısa ya da uzun günler. 365 gün hiçbir şey yapmayanlar için şu bir günleri de aşağılamak bana tembellik geliyor, siz bilirsiniz. Filmi izlerseniz neden bunları söylediğimi anlayacaksınız.




"If it is Saturday, you should dance and sing (loudly on the streets)"

6 Ekim 2011 Perşembe

1 kadın- 0 erkek


Hasta, yalnız ve okumaktan sıkıldıysanız, nöronlarınız normalden biraz farklı tepişebilirler. Sadece gazetenin ön sayfasından sağ alt köşedeki küçük küpürü okudum ve yüzlerce cümle geçti aklımdan. 

Amerikalı araştırmacılara göre kanser olan kadın kanser olan erkeğe göre altı kez fazla olarak terk ediliyormuş. 

Bu haberden ne anladık, doğumda dışarda bekleyen, market alışverişi sırasında arabada oturan, çocuklarının müsamerelerini kapıya en yakın noktada ayakta seyreden, aile yemeklerinden bir şekilde hep kaçan, siz kız kıza takılın, ya da onlar senin arkadaşların deyip bir geceden daha sıyrılan, kusarken bile odayı ilk terk eden, seni karıştırdığı yetmiyormuş gibi gazeteyi bile karışık, kırışık bir şekilde bırakan, her fırsatta iş yemeği, halı saha, erkek erkeğe içmece, sen tanımazsınlarla saha dışı edildiğimiz yetmiyormuş gibi, kanser olduğumuzda da onlardan bize hayır yokmuş. 

Asla feminist biri olmadım, aksine herhangi bir ayrım yapmanın, ya da yapılan ayrımı kapatmak adına daha da altının çizilmesine hep karşı oldum. Önemli olan insan olmak ve bunun getirdiği değerlerle karşımızdakine davranmaktı benim için. Ama bu haber sinirimi biraz bozmadı desem yalan olur. 

Erkeklerle hep daha kolay arkadaş olduğumu düşündüm, bir tarafım küçüklüğümden beri onları çok sevdi, onları sevdiğini de hep kolay gösterir oldu. Ama asıl kötü olan, onlara hiçbir zaman korkunç saygı duymadım. Hep onları eksik gördüm, belki bundandır hep tamamlama çabam. Kendimi şişirdiğimden değil, ama erkekler galiba net, yüzeysel olacağız derken biraz neyin elde tutulur neyin elde tutulmaz olduğunu yitirmiş durumdalar. Bir bakıma duyarsızlıkla, kendileri olma arasında sürekli bir savaş içerisindeler. Ah ben erkeğim, bunu takamam, yoksa abi baya koydu bu bana ama neyse yarın geçer? 

Düşündüm de kadın bir film olsaydı, erkek kesinlikle ne olduğu pek anlaşılmayan bir kısa film olurdu. 

Psikoloji derslerinde görenler, çocukların cognitive süreçlerini az çok hatırlarlar. Belli bir yaşa kadar tavşanı kartonun arkasına saklarsan, o tavşanın var olmadığını düşünürler. Erkeklerde bizim için tam olarak aynısını düşünür. Sen orada yok musun, istediği her şeyi atıp tutabilir,yapabilirler, sen o an aslında hiç olmadığın bir kimliğe bürünürsün, sonra akşam eve gelir, hayatım seni çok özledim der. (Çok mu sert oldu, söylemiştim, çok erkek arkadaşım var, istesem de sizi 0'dan 1'e atlatamıyorum)

Kadın bir manzara resmi olsaydı, erkek postmodern, çoğu insan için bir zırva, kalın kenarlı bir tablo olurdu. 

Siz bir kadın bir erkeği boş verin, kadın 1'de erkek 0'da. Yeni durumumuz bu. 

En son bir yerde duyduğum bir şey var. Erkek annesiyle boşanmadan sizle bir "biz" oluşturamazmış. Siz en iyisi anne 1, kadın 1, arada kalan zavallı erkek 0 yapın durumu. 

İşte bu yüzden çok saygı duyamıyorum sanırım. Onlar ne kadar ben ben ben diyen varlıklar gibi gözükseler de, bir döneme kadar annelerinin sözünde, sonra da karılarının sözünde yaşayan erkekler neticede. 

Neyse ben susayım en iyisi, şimdi onlar üstlerine gelinince de hata verebiliyorlar, bizim menopoz onlara her daim basabiliyor. 

Son olarak hakkınızı yemek istemem, gülün dikeni hep kadındır, hadi size kokulu taç yapraklar kaldı. Neden mi? Sizden kendimizi korumaya ihtiyacımız var, freni bozulmuş araba gibi olduğunuz için, kendinizi kontrol etmek için çabanız bile yok, "ben böyleyim", ee biz nereden bilelim sizin nereye çarpacağınızı? 

Gökten üç elma düşmüş.. Bugün hepsi Steve Jobs'a.. 

Havva'ya da yüklenmeyin, Adem'e elmayı yedirtti diye, Adem yemek istemiştir de söyleyememiştir, Havva da bu isteği anlayıp o mutlu olsun diye yemişlerdir beraber. Bütün kadın erkek ilişkilerinin özeti budur. 

2 Ekim 2011 Pazar

Sunday and My Red Pants.. Happily EVER after


En çok pazarları severim eskiden beri. Bir de hayattan keyif alarak yaşamayı, hep gülümsetecek şeyler yapmayı, bir de birini.. 


Pazar olunca evde kahvaltı yapmayacaksın. Atmak lazım kendini sokaklara, Hele bir de akşamdan kalınmışsa. Ben Avrupalı'yım, böyle dediysem Avrupa yakası demek istedim. Bebek'e, Kuruçeşme'ye inmek lazım, Hisar'a uzanmak Kale'leri feth etmek lazım, üstüne biraz da Nar yemeli, ağzımızı Sade Kahve'nin yanında Lokma ile tatlandırmak lazım.. Eğer sabahtan kalmışsanız Sütiş'te insanlıktan çıkmalı..


Ben aile pazarı sebebiyle daha sakin bir yer seçtim, Bebek Happily Ever After. Hem de istediğim denize nazır masayı da kaptık, arkadan da hafif esinti geliyordu, kahvaltım pek bir güzel oldu. Sonraki sahil yürüyüşümde eğer Hisar'a doğru gitmeye karar verseydim başıma neler geleceğini de gördüm. Aman dikkat! Bir de sahilde yolda yürürken Dilek'in ayakkabısını çalmış bir kız gördüm. Hani şu önü saks mavisi, siyah olanlar ;) 
Annemin bu benim kızım mı bakışları altında somonlu pancake'i afiyetle mideye indirip, limonatamı yudumladım. Çok normal bir davranış mı, bence hayır. Ama üniversiteye başladığımdan beri ne zaman kendimi çok mutlu hissetsem içimde hep Happily Ever After'a gitmeli ve yemeliyim derim. Pahalı bir alışkanlık. 

Bu kadar neşeli bir günümde Leyla Zana'nın şu bilinç altı meselesine değinmeden edemeyeceğim. Üniversiteye hazırlanırken matematik hocam işlem hataları için, beyin yanlış yapmaz, kalem yanlış yapar derdi. Sayın Zana'da nasıl düşünüyor ve neye inanıyorsa onu söylemiştir. Eğer siz kaleme 1000 kerede bir artı ikinin 4 olduğunu söyleseniz o yine üç diyecektir. Rakamları, fazla olanı rastgele seçmedim. Bazı şeyler üzerine artık düşünmek lazım. Yoksa biz daha çok kundakta bebek, kundaktan araba, köyden öğretmen kaybederiz. Üç maymunu oynamanın, içimiz yanıyor demelerin alemi yok. Bu bize teğet geçer ekonomilere benzemez, terör bu ülkenin gündemi değil maalesef hayatı. Her gün yarın oluyor ama biz yine onu konuşuyoruz, ve bazıları için ise yarın olamıyor.. Birileri yarınları bekler, birileri hiç gelmeyecek yarınları. Dönerken Elif  Şafak'ın İskender'ini aldım. Arkasında "Attığımız her adım, yaptığımız her işte kendimizi yansıtırız." yazıyor. Onların dünyaya bırakmak istedikleri iz,imza gerçekten bu mu? Bir örgüt, bir kimlik ve bir siyasi partiyi birbirinden ayrı irdelemek lazım. Sanırım herkes artık kiminle muhatap olacağını biraz şaşırdı. Doğru adımlar atılmaz, uzlaşmacı yaklaşımlar sergilenmezse fatura hepsine birden çıkacak. Bu artık siyasi bir meselenin en üst kademesidir. Bakalım İsmet Paşa gibi masadan kalkanlar var mı bu zamanda da?

Neyse biz pazar neşemize geri dönelim. Çok uzun zamandır kendime bir kırmızı pantolon almak istiyordum sonunda başardım. Pazartesi günü olumlu olmak için kırmızı giymek gerekiyormuş, hani şu sendroma iyi gelir meselesi. Deneyelim bakalım. Ben kendisiyle çok mutluyum, sanırım ben de olumlu bir etkisi var. 
PS: Bacaklarım göründüğü kadar kalın değil, açıdan hepsi ;)


İçimizde küçüçük bir yerde sonsuza dek mutlu yaşayan bir yer vardır, hayat boyu onu bulmak için debeleşip dururuz. Neyse hüzün basmadan, günün anlam ve önemini ifade eden sözümüz araya girsin.. see ya