9 Temmuz 2012 Pazartesi

İstanbul-İzmir Arası.. (Kardeşim Mantı,Yörsan,Bursa İskender, Şevki, İmren)

Neler sığmaz ki, aşk hariç.. 

Bu yazı yazılmak için çok bekledi, ama baktım artık unutacağım, pes ettim. 

1.Durak: KARDEŞİM MANTI/EMİRGAN 

Bu kadar zamandır neden duymamıştım bilmiyorum, ama annemin mantısı diyenlerdensiniz, gidin bir deneyin derim. "Etli Sarma"dan istemeyi de unutmayın. 

Emirgan'da Çınaraltı'ndan yukarıya doğru yürümeye başladığınızda sağ tarafta Kardeşim Mantı'yı göreceksiniz. Annesi ve Murat bey işletiyorlar, annesi bizzat kendi yapıyor. Sizi Murat Bey karşılayacaktır, oldukça keyifli biri, sohbet etmeye çalışın, zaten o sizinle etmeye başlayacaktır. Herkes masaya oturmadan siparişleri almaz, herkes oturmadan getirmez, tabağınızı bitirmeden hesap ödeyemezsiniz, oturduğunuz sürede telefonunuzdan da uzak durmaya çalışın, azar işitebilirsiniz. 

Hesap size oldukça makul gelecektir. 

Ps: Yaz olduğu için dışarıda oturduk biz ama, içerideki dekorasyon çok hoş, eminim ayrı bir keyifli oluyordur. 

2.Durak: YÖRSAN/SUSURLUK 

Çeşme'ye doğru yola çıktık. Ben açlık naraları atarken, betim benzim atmış, Sarper beni tınlamadan "Susurluk'ta yeriz diyor. İyiki de beklemişim. Yörsan'ın tesisi yolun sağ tarafından sol tarafına geçmiş, hatta hala iskeletler var etrafında. Ne yesek diye bakınıyoruz, ve karar veremeyip "Her şey" seçeneğini işaretliyoruz. 

"Karışık Tost"la açlığımı biraz bastırdıktan sonra, tahta kürek üstünde servis edilen "Kürek Pidesi"ni deniyoruz. Yemesi çok hafif, bol maydanoz ve biraz beyaz peynirle servis edilen kıymalı pideymiş meğersem bu "Kürek Pidesi". Tam doymaya başlamışken, "Çiğ Börek" yemeyi de unutmadım tabii. Eskişehir'de bile bu kadar güzelini yememiştim, ellerine sağlık. Mutlaka iki "Ayran" söyleyin, birinin tadı damağınızda kalacaktır. 

Höşmerimlerini başarılı bulmasamda, kemalpaşa tatlıları ve kazandibi inanılmazdı. 


3.Durak: BURSA İSKENDER/ SUSURLUK-ULUSOY TESİSLERİ

İskender yemeden dönülmez dedik durduk. Ben yemeyeli bayağı olmuştu, ne de güzelmiş. Ortaya soslu patlıcan söylemenizi tavsiye ederim, közlenmiş patlıcan üzerine domates sosu, onlar için de yeni bir lezzet. Parmaklarımızı yiyerek masadan kalkıyoruz, benim gözüm hala duvarlardaki tabak koleksiyonunda :) 

4.Durak: KUMRUCU ŞEVKİ/ILICA VE ÇEŞME 

Bir kere yiyip dönemezdik, bizde her Şevki gördüğümüzde durduk yedik :) Biraz daha ince olsaymış ne kadar mutlu olacaktım, zar zor iyileşen çene kaslarım, her seferinde tost makinasında bastırır mısınız dememe rağmen, mahvoldular. 

Slogan: "Bir işi yapacaksan tam yapacaksın, tadıyla yiyeceksin". 

Alınması gereken mesaj: Süper Kumru söyle, itinayla ketçap ve mayonezi sık, ısır bakalım. 

Ege'nin midyesi de bir başka oluyormuş ;) 

5. Durak: İMREN HAN/ALAÇATI

Otelin korkunç bir kahvaltısı olduğu için kendimi İmren'e saklamıştır. Alaçatı kahvaltısı söylüyoruz iki kişi. Masaya eklenen her tabakla gözlerim parlıyor. Kuru domates, tahin pekmez, zeytin reçeli, acuka, bal kaymak, vişne reçelli lor, karpuz, zeytin, domates salatalık söğüş, çeşit çeşit peynir, ve tabii İzmir tulumu. Çay demlikle geliyor, ben tercihimi limonatadan kullanıyorum, süper. 

Daha kahvaltının ortasında gözüm tatlılarda. Bir arkadaşım özellikle yoğurtlu vişneli ve damla sakızlı dondurmasını, bunların yanısıra sakızlı muhallebisini tavsiye etmişti. Masadaki tabaklardan birinden sakızlı muhallebinin tadına baktım mest oldum. Kahvaltı üstüne dondurma söylüyorum, çok dondurma sevmeyen biri olarak, yiyeceksem yoğurtluyu tercih ederim, ama bu bir başka güzel, keza sakızlısı da :) 

Mutlu mesut daha uzun bir ziyaret sözü vererek Alaçatı'dan ayrılıyorum.. 

Not: Tüm bu yemekler süresince fotoğraf makinamın pili yoktu, ya da ben yemekle biraz fazla meşguldüm ;) 

26 Haziran 2012 Salı

Oğlum İçin Savaş Çıkmasın!

Koray Çalışkan'ın bugün Radikal'de yayınlanan "Suriye konusunda haksız mıyız?" yazısının başlığını dün gördüğümden beri içeriğini merak ediyordum. Malum hepimizde biraz korku var:  Bir noktada sonucun faturasında bir kalem sahibi olursak ne yaparız? Birileri örtpas ettiğini düşünür, birileri boğazındaki düğümlere yeni bir tanesini daha ekler. Burası Türkiye, 8 yıldır adını bulamadığımız, desteklesek mi kösteklesek mi diye karar veremediğimiz, bir süredir iç savaş sınırının üzerinde, korkutmak için ayağını bir o tarafa bir bu tarafa doğru sallayan, yargı kanalları ciddi hasar almış, iktidarın iktidardan fazlası, muhalefetin muhalefetten yoksun olduğu, demokrasileşme oyununu kendi kurallarıyla oynamaya çalışan bir ülke. Peki Suriye ile ne oldu, Türkiye bu kadar Ortadoğu aşkıyla tutuşurken, biz nasıl komşusuz kaldık? Birkaç soru var. 

  • Hedefi Avrupa Birliği olan bir Türkiye'nin, Ortadoğu'ya olan bakışı ne kadar samimi bulunuyor? Avrupa'dan ya da Amerika'dan en ufak bir ıslık geldiğinde Türkiye tezkere tartışmalarını başlatmayacak mı? Türkiye lider olmak isteyebilir, hadi halklar da istiyor varsayalım, yönetimlerin ve rejimlerin ana aktörler olan siyaset adamları ve Ortadoğu'nun dikdatörlerinin hiç mi etkisi yok bu halklar üzerinde? Kaldı ki, günde bir dakika gazete okuyan bir insan için Türkiye şırasız şıra satmaya çalışıyor. Biz mandalaşmayı yasakladık derken, en güzel kılıfı bulmuş, Ortadoğu'ya yedirmeye çalışıyoruz? Ve de Can Dündar'ın dediği gibi hiç tanımadığımız bir Ortadoğu'ya! 
  • Diplomasi dinlerken kullanılmasında en çok rahatsız olduğum kalıptır, "thanks to". Bu kadar ülke, bu kadar uluslararası aktör, bu kadar kural, ve bazıları farklı noktalarda günde 5 kere ihlal edilebiliyor, sadece bakanlık sitesinden duyuruluyor, çok kimsenin ruhu duymuyor. Ve biz dönüp diyoruz ki, "ama ben Ayşe'nin de bebeğini aldım, sadece Serap'ınkini değil ama Serap bana vurdu.". Buradaki soru "sen neden bebekleri aldın?" mı yoksa "Serap neden vurdu?" mu, ya da daha reel bir soru var, "sen Serap'ı tanıyorsun, neden daha dikkatli olmadın?". Sabah Casa uçağının üzerinede ateş açıldığının haberini okuduktan sonra, iki tarafında "biz savaşmak istemiyoruz." söylemlerini samimi bulamadım. Ya da, biz bir film stüdyosundayız ve emir komutadan bir haber, başına buyruk joystick başında oturan bir askerimiz var, vurmuş. 
  • Koray, birkaç gündür konuşulmayan "yahu bu bilmem kaç kilometre nasıl gitti vurulduktan sonra, mümkün müdür?" mevzusunu dile getirmiş, mümkün değil, hadi buradan yakalım. Daha doğrusu, hızla savrulsa dahi yön değiştirebilmiş, değiştirmemişiz, değiştirememişler, artık kim bilebilir? 
  • Esad bundan birkaç ay önce "dostum" dediğimiz adamken şimdi "katilim" dediğimiz adam oldu. Durum böyleyken bir daha dosta dönemezsiniz. Kaldıki, mevzu füzeler, uçaksavarlara kadar geldiğinde, halkların kardeşliği de kurtarıcı olmayacaktır. 21. yüzyıl savaşları halklar arasında değil, açgözlü ya da agresif siyasi ve askeri kuvvetler arasında yaşanmaktadır. Dost halklar olmak, sınırdan insan kabulü ve birkaç demeçten ibaret değildir; ilk kurşun atıldığında herkes kardeşinin, arkadaşının, ya da kendi vatandaşının cephesinde yerini alacaktır. 
  • Birçok ağızdan duyduğumuz kendi gazetecisine, öğrencisine, askerine yaptığı yer yer hukuk dışı uygulamalar artık çıplak gözle görülebiliyorken, Erdoğan'ın kendi halkı bu demokrasi götürme olayını, rejim değişikliği çabasını ne kadar samimi bulabiliyor? Ben bulamıyorum, kelin merhemi olsa durumu varken, ben Pozantı'yı okurken, Chp'li bir kadın "Pardon efendim Chp Kürt, ana dil falan, bu meselelere karışmasın derken, uluslararası itibar hatrına, bu ülke gündemine birde savaş eklemek acımasızca değil mi? 
  • Türkiye bu sorunu hukuk çerçevesi içinde çözecekmiş, uluslararası aktörlere aktarılacakmış sorun, ki aktarıldı. Suriye Nato ilişkileri bir yana, Türkiye Ortadoğu ile ilişkilerin bir daha aynı olmayacağını farkında, bu açıkca demekki, "siz benim canımı yakarsanız, ben sizle sizin dilinizi konuşur gibi yapar, batının silahlarıyla sizi savunmasız bırakır vururum, ve olan halkınıza olur.". Bu Ortadoğu'nun dilemmasıdır.


Belki söylenecek daha çok şey var. Savaşın iki taraf tarafından istenmediğini hissedebiliyoruz, ama bu andan sonra durulan yer çok hassastır, şimdi olmaması asla olmayacağı anlamına gelmeyecektir, Suriye daha da agresifleşebilir. Türkiye'nin oturup, dış politikasını "limonunuz var mı, ben de şeker vereyim size"den bir tık öteye taşıması, şu an içinde bulunduğu durumu değerlendirmesi, sıfır komşu çok sorun meselesinin üzerine gitmesi lazım. Ticaret hamleleri, ambargolar, bu tür durumlarda sık karşılaşılan durumlardır, ama Suriye bankalarının Türk firmalar tarafından boşaltılmak istemesi bana pek mantıklı gelmedi. 

Başlık, halen kayıp olan pilotlardan birinin babasına ait, ve şüphesiz ki, savaş kararını verenleri çocukları cephelerden çok uzaktadır.. 

23 Haziran 2012 Cumartesi

Balık ile Balıkçı

Balıkçı:  Geldiğimi duymadın mı? 
Balık: Hayır, neredeydin? 
Balıkçı: Tam arkanda.
Balık: Duymadım.
Balıkçı: Sana söylemiştim. 
Balık: Duyduğumu değil hissettiğimi biliyorum. 


Balık balıkçının onu suya geri bırakması ile ölür. 


SON 
(Senaryo yazmaya geri dönmeliyim!) 



22 Haziran 2012 Cuma

Lazy Photographer










Uzun denilebilecek bir tatilde, makinam ancak dönüş yolunda havaalanında ortaya çıkıverdi. Bu tembellik niyeydi, neden canım istemedi, gerçekten bilmiyorum. Havaalanlarını sanırım seviyorum, belki de her gelişin bir gidiş, her gidişin bir geliş, her kaçışın bir son olduğunu bildiğimdendir, kim bilir? 

Bodrum'a yolunuz düşerse çarşı içinde tuvaller, taşlar, minik tahtalar üzerinde resmedilmiş, inanılmaz güzel atlar ya da dev narlar görürseniz, içeri girin ve onların mimarı ile sohbet edin. Keşke biraz daha zamanım olsa dedirten bir andı benim için.. 

Yavaş yavaş taşınıyorum, fotoğraflara bundan sonra ifthatifthis.tumblr.com'dan bakabilirsiniz. 

Bodrum Havaalanı
En sevdiğim kare için tıklayın.

İyi haftasonları..

9 Haziran 2012 Cumartesi

Football and Songs / Euro 2012

Euro 2012 bugün başladı. Bu senenin ev sahibi iki ülkesi Polonya ve Ukrayna. Bensiz başlamasına bozuldum ama bir düğünde yer almam gerekiyordu. Ev sahibi Polonya'nın Yunanistan'ı yenmek için bildiğiniz gibi %18 şansı vardı, olmadı, berabere kaldılar. Oldukça ilginç bir istatistik, efendim ev sahibi takımın ilk maçta yenmesi oranı, rica edeceğim Beşiktaş'ta Hoojdonk'u görmek istemeyenleri de bir hesaplayabilir miyiz? Pardon, bu arada Rusya'da Çek'leri perişan etti deyim yerindeyse. 

Limitsiz içki bayağı adamı perişan eden bir hediye. Ama annemin söylediği bir şey şu an bile çok net. 

"Futbol olmasa bu kadar şarkı olmazmış." 

Haklıydı. Bir gece kulübünden bahsetmiyorum, iki saat kadar hareketli müziğin çaldığı bir düğündü ona bunu söylettiren. Dünya kupaları, ulusal futbol turnuvaları derken ne çok şarkı var aslında futbola, hatta sporun bir çok dalına ait olan. Ben futbola aşık biri olarak onu kayırmadan, aklıma gelenleri buraya listelemeye çalışacağım. 

Hem Avrupa hem de Dünya Kupalarının bu herkesi biraraya getiren,  bizim ülkemiz olsun olmasın içimize bırakıp kaçtığı neşeye bayılıyorum. Yeri gelmişken Cüneyt Çakır'ı lütfen kaçırmayalım. Futboldan bağımsız ortaya çıkan ama onunla hatırlanan, ya da sadece onun için yapılan tarafımdan seçilen ve sevilen beş şarkı! 

1) Queen / We are the Champions
2) Nine/ Those Were the Days 
3) Shakira / Waka Waka
4) Michel Telo/ Eu Sei Eu Te Pego
5) Ricky Martin / Go Go Go Ale Ale Ale

Güzel futbola doyduğumuz bir Euro 2012 bizi bekliyor.

İyi haftasonları..

29 Mayıs 2012 Salı

Kürtaj Yasası, demokraside sınıfta kalmaktır!

"Kürtaj bizim milli değerlerimize aykırıdır." 

"Kadının bedeni üzerinde söz söyleme hakkı vardır, müdahale etmemeliyiz, o zaman köprüden atlayana da mı müdahale etmeyelim?" 

"Her Uludere bir kürtajdır." 

Bir arkadaşım bir pankart paylaştı dün. Üzerinde ingilizce olarak "Hala bu şeyi protesto etmek zorunda olduğuma inanamıyorum" yazıyordu. Biz de soralım; iki üç gündür Türkiye'nin gündeminde neden "Kürtaj Yasası" var, biz neden bir anda kürtaj yasasını tartışmaya başladık ve yakında Bakanlar Kurulu bu konuda görüşecek? 

Kim kimin kulağına su kaçırdı bilinmez, ama bedenlerimiz gittikçe elden gidiyor, hayatlarımız, kararlarımız, özgürlüklerimiz..Doğmamış çocuklarımız dile düşmüş.. Hem Amerika'da hem de Avrupa'da yıllardır tartışılan bir konudur, Türkiye'ye geç gelen bir ses oldu bana sorarsanız. 

Elbette konuşulabilir, tartışılabilir, ama doktorlar ve bedenin bütünlüğünü savunan insan hakları savunucuları tarafından şüphesiz. Benim asıl derdim, böyle bir müdahale, yasaklama ya da yasalaştırmanın demokrasi kılıfına ne kadar sığdığı ya da sığmadığı. Sadece son bir kaç ayda bu konular üzerine okuduğum makalelere dayanarak sizlere söylebilirim ki, insan hakları çerçevesinde sivil topluma karşı gösterilen tutumdan sonra, en ciddi manevra ile karşı karşıyayız. Biz buna polis devlet diyoruz, ve maalesef yatak odasına kadar girme talebiyle bize yaklaşıyorlar. Bizlerse ne diyeceğimizi bilmiyoruz? Önce 3 çocuktu, sonra normal doğum teşviği, şimdi ise kürtaj yasası; söylem ise biz insanımız için en iyisini istiyoruz. 

Demokrasi adımlarıyla emekleyen bir ülke için kaçması gerekilen bir konunun içine düşüvermiş olduk. Bize dersimizde demokrasi ile ilgili söylenen bir örnek vardır. Düşünün ki, komşunuz ve eşi her gün kavga ediyorlar, belki vuruyor, ama  o kadın şikayet etmediği sürece müdahale edebilir miyiz, hayır edemeyiz. Demokrasi teorileri iki uç arasında gidip gelir, biri anarşiyle sonuçlanan özgürlükler ve diğeri ise yatak odasına kadar giren polis devlet. Bunun arasını bulmak mümkün değil mi? Elbette mümkün, ama Türkiye gittikçe maalesef yatak odasına doğru ilerliyor. Başbakan'ın verdiği köprü örneğinin de bizim için siyasi bilimde bir karşılığı vardır, ki bu gerçek bir vakadan alınmıştır: Topluca intihar etmek isteyen bir kabile, o gün ölürlerse cennete gideceklerine inanıyorlarmış, peki şimdi bunu bilerek ne yapmalı? Seyretmeli mi? İkna ederek engel olmaya mı çalışmalı? Benim anladığım Başbakanımız bu sefer dersine az çalışmış, ve şahsım adına Kürtaj Yasası kendisi ile birlikte öne sürülen sebepleriyle sınıfta kalmış. 

Teoriler ve tanımlar bir kenara, tıbbi olarak belirlenmiş kriterler doğrultusunda yıllar önce cenin ve birey ayrımı yapılmış, anne için sağlıklı olacak döneme kadar gebeliğin sonlandırılabileceği konusunda bir anlaşmaya varılmıştır. Gebeliği sadece istenen bir durum olarak görmek, bir kadın ve bir erkeğin ömür boyu taşıyacağı bir sorumluluğu ne zaman taşıyacağının kararının elinden alınması, daha da kötü sonuç ise illegal ve sağlıksız çözümlere yönlendirilmesi korkunç bir bakış açısı hatasının sonucu olabilir ancak. Eğer halktan olduğu iddia ediliyorsa, istenmeyen gebeliğin istenmeyen bir boğaz olduğu, tecavüzün en yaygın sonucunun gebelik olması, Türkiye'de doğum kontrol yöntemlerinin ve aile planlamasının özellikle Doğu'da hala ciddi bir sorun olarak görüldüğünü nasıl gözden kaçırırsınız? 

Her kadın anne olmak ister, her erkeğin baba olmayı istediği gibi, ama lütfen bunun ne zaman olacağına biz karar verebilir miyiz? Ve tıbbi olarak kürtaj cinayet değildir, hipokrat yeminini hiç bir doktor katil olmak için etmez, çiğnemeyin onları. Ama eğer bizi duyuyorsunuz Uludere'de olanlar cinayettir, katili de bellidir. 

Son olarak, biz sizlerin yaptığı kürtajlardan geriye kalanlarız, milliyetçiliğe, kemalistliğe, türke, kürde, aleviye, ermeniye, dile, dine.. Her gün içi biraz daha boşaltılan..Bizi her gün öldürüyorsunuz, farkında mısınız? 


19 Mayıs 2012 Cumartesi

Safi Meyhane/ Şişhane


Bu ayın ALLdecor dergisinde Safi Meyhane ile karşılaştım. Başlık "Yeni Nesil Modern Meyhane" gibi bir şeydi. Nisan ayının başında açılışı yapılmış, daha çok taze bir mekan. Meyhane, Turizm Araştırmacıları Derneği ve Yeni Rakı işbirliğinde gerçekleştirilen bir projenin ilk meyvesi, kendisinden bir çok yerde göreceğiz ilerleyen günlerde. Hiç vakit kaybetmedim ve bu cuma ziyaret ettim.

Safi Meyhane'nin hem artıları hem eksileri var. Ulaşımı çok kolay, bilenler için MissPizza'nın yanı, hemen Şişhane metrosunun çıkışında yer alıyor. Dekorasyonu genç ellere teslim edildiğinden, her köşesi ayrı keyifli bir mekanla karşılaşacaksınız. Sigara içebileceğiniz sembolik olmaktan uzak bir terası var, ki bu artık çok önemli, özellikle yaz kapıdayken. Çalışanların hepsi inanılmaz güleryüzlüler ve sizinle çok iyi iletişim kuruyorlar, gönül rahatlığıyla bahşiş verdiğim nadir restoranlardan biri oldu, belirtmeliyim. 

Müzik Göksel'den Sezen Aksu plaklarına geniş bir aralıkta, sizi çok da rahatsız etmeden arkadan muhabbete eşlik ediyor, korkmayın çok bağırmak zorunda kalmayacaksınız. 

Fakat yemekler için bu kadar iyimser olamayacağım. Patlıcan ezmesinden, pilakiye özellikle mezeleri yemesi pek keyifli değildi. Yaprak ciğer ve fava fena değildi, ancak yediğimiz hiçbir şeye "wov" demedik, ve porsiyonları birazcık küçüktü. Balığı denemeyi riskli bulduğum için "dana yanağı"ndan kullandım tercihimi. Hafif yağlı ama lezzetliydi. Beni en çok sevindiren şey ise, bir bir buçuk yıl sonra Hatay'ın kuru sulu kabağını tatlı menüsünde görmekti, yolunuz düşerse mutlaka yanınızda bir kaç kilo getirin. 

En geç ikide kapanıyormuş, Beyoğlu için erken bir saat. Kitle çocukludan gence kadar geniş bir yelpazeye yayılıyor. Genel eğilim erken gelip erken kalkmak. Fiyatlar alışılagelmiş gibi, hatta hesap önünüze geldiğinde "aa ne güzel" dedirtiyor.

Konsept ve fikir çok güzel, ancak rakı içilen bir mekan için mezelerin lezzetli olması önemli. 

Afiyet olsun, iyi pazarlar..

Daha fazla bilgi almak için: safimeyhane.com

17 Mayıs 2012 Perşembe

Araftan Boğaziçi'ne veda.. Gitmesem..Gitmesek..

Küçük bir kız yaşarmış Boğaziçi'nde..
Daha ilk geldiği gün gibi..
Heyecanlı ve hafif ürkek..
Ama bu sefer diplomalı..
Diplomalı bir umutlu..


Ne zamandır arafta yaşıyormuş gibi hissediyorum. Bir düzine veda kapıda bekliyor; ama iş, güç, staj, yeni hayat derken kendime geldim. İnsan kendi değerini galiba en çok bir balık gibi koca okyanusun ortasında debelenirken anlıyor, can havliyle kendimi sevmeliyim diyorsun. Sen nasıl hissedersen karşındaki öyle hisseder, seni öyle görür değil mi? 

Kocaman bir 5 sene. Hiç bitmez sanırken, haftaya hayatımda belki son kez öğrenci olarak o sıralara oturacağım. Dün defterlerime baktım, bir daha kullanıcak mıyım defter? Yoksa ajanda mı artık mesele? 

Beş senede ne kadar güldüm, ne kadar ağladım, ne kadar eğlendim, ne kadar delirdim, ne kadar isyan ettim, ne kadar şanslı oldum? Esasen çeteresini tutmadım, gözlerime bakın, yaralarım gözyaşlarımla sizleri selamlıyor. Canımdan can kopardılar, büyümek zormuş, o yüzdendir "sen eskiden" cümleleri hala kulaklarımda, siz bunu demekten alamıyorsunuz kendinizi. Evet, ben eskiden, ben, çok eski, çok eski bir zamanda, insan dediğin yerinde saymıyor, birileri senden çalıyor, ekliyor, buyrun bu yeni model.. Ben..

İçimde bir şey düğüm düğüm, şair gitmek mi daha zor kalmak mı demiş ama, gitmek zorundayken gidememek daha da zor. Kol keser gibi anıları bunu saklamayacağım deyip bir köşede unutulmaya bırakmak. Hayal kırıklıkların hiç olmamış, kimse gözünün içine bakıp yalan söylememiş gibi bir yıllıkta ya da yeni nesil linkedinde adını gördüğünde ondan iyi biriymiş gibi bahsetmek, hiç tanımadıkların tanıdıkların, tanıdıklarından tanımadıklarından gibi bahsetmek. Zor..

Bazen mesele ayakta durabilmektir, zararı hesaplamayacaksınız.

Çok çalıştım, başarısız olmayı dibine kadar hissettim, yeri geldi aptal diye bağırdım kendime, sen bu okulu nasıl kazandın, nasıl anlamazsın bunu diye vurdum kendime. Utandım, çekindim, öğrendim, başardım, mutlu oldum, kendi kendimi övdüm, Boğaziçi'nde başarının başkası için değil sadece kendin için olduğunu öğrendim. Hırslarımı arkadaşlıklarımın arkasına saklamayı, önce kendim sonra yanımdaki için sevinmeyi öğrendim. 

Biz aynı yarışta olmaktan, sağımızda koşandan arkamızda ya da önümüzde koşan kadar gurur duyan atlarız.. Malesef ve iyi ki öyleyiz. Biz Boğaziçiliyiz, iyi olmayı bazen yanındakinin iyi olmasından daha az önemseriz. 

Güvenmeyi öğrendim mi? Hayır, insanları olduğu gibi kabul etmeyi, öylece saygı duymayı ya da duymamayı alışkanlık edindim. Benden istiyorsun ama hakettin mi diye sormayı kendime bağıra çağıra söyledim, sonunda baktım, hiçbir şey vermez olmuşum kimseye. 

Ama en çok sevdiklerimi burada kazanmışım, mutluluktan hep burada ağlamışım, hayatta unutmam dediklerim, hala kahkahalarla hatırladığım anları burada yaşamışım. Kimsenin suratına bağırarak demedim "Ben Boğaziçiliyim" diye. Ama bugün giderken artık, bunun ne demek olduğunu daha bir farkındayım. Biz bu okulun bir öğrenci olmak için nasıl çok çalıştıysak, mezun olmak için de bir o kadar emek verdik. Bu yüzden ki, o kepi atarken hepimizde sulu gülücükler olacak. Bir de ben nedense mutlu olunca ağlayan bir moron olduğum için, bakalım o gün ne olacak? 

Her sayfanın sonunda bir hesap yapacak olsaydım, yeni bir ben lazım artık, bu beş yılın tatlısı pek bir tatlı, acısı hala yüreğimde. Şimdi gülümseyen anılarım benimle geliyor, ağlayanlar ise onlar hiç olmadılar gibi yapmalı artık! 

Ben o diplomayı alırken hayatın en sancılı sınavından mezun oldum. Huzuruma, huzursuzluğuma savaş açtım, kendinden başka hiçbir şeyi gözü görmeyen küçük insanların dünyasında kendi minicik dünyamı korudum.  

Ben başardım.. 

Bunu demek şu an bana yetiyor, ya sonrası? Şu an ya sonrası demediğim bir yerde, dimdik, eskisinden daha güçlü duruyorum, biliyorum her şey daha güzel olacak, çünkü ben büyüdüm, küçülerek büyüdüm, insanlar küçüldü, değersizleşti, söndü, siz yaptınız, bencillikleriniz, dar görüşlülüklerinizle, siz kaybettiniz, kayboldunuz..



13 Mayıs 2012 Pazar

Kadınların Yetiştirdiği Bir Kadın Ben ve Annem

Ben Merve. 
Annem için "Yavru", babaannem için "Maviş", halam için "Mermi", teyzelerim için "Merviş"im. 
Ne amazon, ne geyşa, ne feminist, ne kuma, ne berdel yok ismimin başında.
Kadınların yetiştirdiği bir kadınım.. 

Geleceğin yazgısının şimdide saklı olduğunu farkında olan, gelişmekten, değişmekten, "önce ailem, çocuklarım" demekten korkmayan, neşesini kederini bugüne taşırken anın kıymetini gülümsemeleriyle taçlandıran kadınların yetiştirdiği bir kadınım..

Annesi Selanik göçmeni, tatar kayınvalidenin gelini bir annaanne; Muş'ta kayınvalidesi ve kayınbiraderleriyle bir çatıyı paylaşan eşi tır şoförü bir babaannenin yetiştirdiği bir kadınım..


Anne, sen, 

Daha "anne" derken beni ağlatabilen kadınsın. Bir ömür boyu dönüşmeye çalışacağım, bir o kadar hızla da kaçmaya çalışacağım kadınsın. Güçlülüğün, bilgeliğin, kontrolün emsali; zor kızının zor kadınısın. Gözyaşlarını bir tek çaresizliğe akıtan kadınsın. Belki de bir ömür beni hiç anlamayacak, düpedüz zıt yansımam olan kadınsın. Ama beni en çok anlayan kadınsın. Zor hayatı hepimize kolaylaştıran kadınsın. 

Anne, sen, 

Hem bizim, hem hayatın tüm hırpalamalarına rağmen, ne güzelliğinden ne zerafetinden ne de duruşundan hiçbir şey yitirmedin, vazgeçmedin, eksilmedin, silinmedin. Bu yüzden de idolüm annen gibi olmak diyen sesler ile bizi hep gururlandırdın. 

Anne, sen, 

Sen bizim tek kişilik orkestramızsın, içinde olması gerektiği gibi hem acı hem tatlı sesleri barındıran..

Anne, 

En çok ben kızdım sana, en çok ben üzdüm; ama hiç söylemesemde, gösteremesemde, yapı bu, annesinin kızıyım, en çok ben sevdim seni, en çok ben eleştirsemde en çok  ben takdir ettim, saygı duydum sana. 

Anne, biz "sen olmasan ne yapardık" sorusunu sormaya dahi cesareti olmayan iki dalız, tek elle tutarsan düşeceğimiz, iki elin özlemini soluyan, sarsılmamıza bile izin vermediklerin..


Ben kadınların yetiştirdiği bir kadınım. Önce anne olmak öğretildi, sonra eş, arkadaş, kardeş, dost. 

Ve istiyorumki, Cihan'ın annesi bugün oğluyla, o annesiyle yüzlerce kez gurur duysun. 
Cumartesi'nin gözü yaşlı anneleri bugün canları daha az acıyarak "oğlum" desinler. 
Çocuklarının önünde şiddet gören anneler en azından bugün nefes alsınlar, lütfen..

Anneliklerini çıplak gözlerle görüp, yaşama fırsatı bulduğum, anne deyince aklımda sıralanan isimlerin anneler gününü kutlamak ve iyiki varsınız demek için iyi bir zaman: Evşen Çilingir, Ayten Okut, Sevim Öztorun, Neriman Aksoy, Helen Özbay, Gaye Bulut, Gönül Sürmen ve halacıklarım Züleyha Özduru, Tülin Sönmez, yengem Leyla Erdemli, teyzem Şeyda Delier.

Ve eğer yukarıdakinin aklı bu kadar karışmasaydı, teyzecim senden bir kopya olmazdı yeryüzünde. Anne olmadan da anne olunur, Sema Ak.

Ee artık telefon etmesem olur mu? 



5 Mayıs 2012 Cumartesi

Deko, Dekor: "HOME SWEET HOME"

"Nasıl yaşamak istersin", "Nerede yaşamak istersin"den hep daha fazla sorulan bir sorudur. Ben nerede yaşayacağını biraz daha fazla düşünenlerdenim. Evim, evimin konumu, mobilyalar, mobilya-aksesuar uyumu, en başta da  evimin beni yansıtması çok önemli benim için. Hani üstüne başına bir şey alanlardan çok evine ıvır zıvır alanlar vardır ya, moda dergilerindense dekorasyon dergilerini almaya eğilimli olanlar, o benim buyrun. 

Resimdeki ev, Karadağ'ın Budva bölgesinden iç çekerek önünden geçtiğimiz şanslı insanların cenneti.. Mavi ahşap camları, muhteşem bahçesi, dev bir gölgelik olan palmiyeleriyle; daha ne ister insan? Ben bir şey istemezdim, gerçekten, görgüsüzlüğün manası yok. 

Montenegro
Çiçekten böcekten anlamamama rağmen bahçeli bir evde oturmak, güneşli bir evde yere kadar camları olan bir salondan dışarıya bakmak hep hayalim olmuştur. Soyak'ın Bahçem ya da benzeri bir adı olan projesini bu sebeple çok beğendim. Çok şehrin içi olmasada şehrin içinde yeşil fikri hep çekici gelmiştir. 

Küçüçük bir kadın olmama rağmen, sağa sola çarpma ihtimalim yüksektir, önce ferahlık ve az eşya ararım o yüzden, minimalistlikten kırılmak üzereyim, yüksek tavana anında tav olur, geri kalan her şeyi unutabilirim. 

En güzel fon kitaptır. Koca bir duvar kitaplarla dolu olsa, önündede çok ama çok rahat bir okuma koltuğu kendini bulmuş olsa, kim korkar okumaktan? 

Siz nasıl bir ev hayal ediyorsunuz? Yoksa hepsini bir kenara bırakıp, keşke sevdiğim içinde olsa, küçük bir biblonun, siyah bir sandalyenin ya da duvarın renginin ne önemi mi var diyorsunuz? 


4 Mayıs 2012 Cuma

5 Haneli Blogger Olmak/OTOSANSÜR

Dün öğleden sonra Kerem'le konuşuyoruz. 

-Blogtan mı okudun?
-Okumadığımı mı zannediyordun? Okuyorum.
-Okumamanı tercih ederim. 

Buradan sonrasını pek hatırlamıyorum. Yaratıcılığım, çılgınlığım, ar damarım, hayal gücüm, o kelimeleri hep benden iyi kullanır, şüphesiz kendime güvenim ve ben olabilmeye duyduğum saygı ve daha nicesinde bu adamın katkısı büyüktür. Ah bir de (gerçekten bu ayrı mı bitişik mi bilmiyorum kerem, -de'siz okuyorum ama bilmiyorum işte! ) şu -de'ler..

Konu şuydu: Blogger olmak baştan aşağı sansürlü yaşamaktır. Konuşur gibi yazmak, ne hissediyorsam yazdım diye bir şey yok, hep daha fazlası, daha aslı vardır bir yerlerde, ama yazamazsın. 

Daha çok aşıksındır, acı çekiyorsundur yazamazsın, o okur.. 
Kemalistinden, muhafazakarından, milliyetçisinden, cumhuriyetçisinden nefret ediyorsundur, yazamazsın humanistsindir önce, yazamazsın..
Canın o gün aldığın kırmızı elbiseden bahsetmek ister, yazamazsın, ne o moda bloğuna mı döndün sende der biri..
Hükümete, yaşadığın topluma, %50'lik aynanın diğer tarafına kızmak istersin, yazamazsın, sende %50'sin bir yerde.. 
Gezdim, tozdum, içtim, ve.. demek istersin, durur bir an önce size ne dersin, sonra Trt1'deki teyzeye bağlanmış bulursun kendini..
Hayat ne boktan şeysin diye bağırmak istersin, önce annen duyar, herkese açık bir alandayız sonuçta, yazamazsın..
Ya da benim gibi blog üzerinden insanlara mesaj göndermek yerine mail, mesaj gibi modern çağın daha eski gereçlerini kullanmayı ilke edinmişsindir, yazamazsın..

Bu gece ya da yarın sabah öyle ya da böyle 10000 kere 100'lerce farklı kişi buradan geçmiş, ve klavyeye kustuklarımdan nemalanmış olacak. Ben aslında çok uzun ve karmaşık cümleler kuran, konuştuğundan hızlı hissettiği için pek de konuşmayı beceremeyen, sadece hisleri ve istekleriyle yaşamanın yanında insanlara gereksiz derecede saygı duyan bir dünyalıyım. Elimden geldiğince ülke tepetaklak olduğunda, sevdiğim şeyler beni bulduğunda, kameram parladığında size bir şeyler anlatmaya çalıştım. İlişkileri sevdiğinizi, siyasetten pek hoşlanmadığınızı, sergileri merak ettiğinizi ama pek gitmediğinizi, Eskişehir'in tercih edilen bir seyahat ili olduğunu sizden öğrendim. 

-Işığın o yansıdığı şekliyle şu an çok güzel gözüküyorsun! ( Bana sorarsanız en çirkin gözükdüğüm yer düşünerek yazılmış şu yazılar. Ben düşünürüm, çok düşünürüm, ama düşündüğümü yazarım, kutulara, duvarlara saklamam, ağzıma geleni söylerim, huzuru bir tek olduğum gibi olabildiğimde, hissettiğimi karşımdakine yansıttığımda bulurum, ben işte o zaman ben olurum. Ama burada değil. ) 

5 haneli bir yolculukta beni ve karışık aklımı paylaşan herkese sonsuz saygılarımla.. 

İyi haftasonları..

1 Mayıs 2012 Salı

İçimde erken bir yaz havası var!

Yaz derken hani bu okulların tatil olduğu, sabah uyanmanın dahi bir nedene ihtiyaç duymadığı hafif sarhoş zamanlardan bahsediyorum. Pardon, çok değil bir ay sonra benim için yaz diye bir şey olmayacak değil mi? Arı dediğinin mevsimi yok, harıl, harı, har.. 

Üstümde minicik yazlık şort, suratımda aptal bir gülümsemeyle şezlong yerine yatağın üzerine tünemiş, deniz yerine masanın üstündeki okunacaklara bakıyorum. Anlayacağınız, ruhum yanlış fonun önünde poz  veriyor, biri arkaya bir güneş bir deniz bir de kaslı şeyler koyabilir mi? 

Uzun tatilller iyi değildir, nasıl mesafelerin erkeklerin ilişkilerini kötü etkilediği gibi, konsantrasyon kaybı, ilişki sözlüğüne göre arzulama problemine giden yoldur. Tatilin yurtiçi, yurtdışı cıvığını çıkardığım şu son 10 günde, sudan çıkmış balık gibi hissetmem tabiiki tesadüf değil, ama mesele yeğen, kendine nasıl tekrar çeki düzen vereceğin..

Soldan sağa; özet çıkaran çocuk, maç peşinde koşan çocuk, otobüste uyuyan kız, et yiyen adam, fotoğraf çeken kız, Old Town'da koşturan kız, bira içen çocuk..
Neşem gırla, ruh halim çorba gibi, gezi yazılarından ben bile baydım. Senaryo yazmakla uğraşırken düşünerek yazma fikrinden tiksindim, zorlu günlerdi. Karadağ'ı çok merak ederseniz, Kotor Körfezi yazın  ve beş dakika resimlere bakın. Ama ben sizin için bir fotoğraf koyabilirim, o kadar tembel olmanın manası yok, yoksa full tembel modunda çalışmaktayım. 

Yeri gelmişken, zaman yer mekan yemek içki, hepsi küçük bahane, asıl olan bunlar olurken yanında kimlerin olduğu. Komik bir şey olduğunda, ya da güzel bir manzarada bir tek sen ve onlar olabiliyorsa, kafanda hayaletler,seninle seyahate çıkan dertler,tasalar yoksa, senden mesudu yoktur. Bende öyle bir on gün geçirmenin verdiği sonsuz bahtiyarlıkla normal hayata adapte olamamakta pek de haksız sayılmam. 

Külkedisi eve dönmeden, işçinin ve emekçinin bayramı kutlu olsun. Ne mutlu benim gibi onlarla vakit geçirme fırsatı bulup, iki kelimenin belini kırabilenlere, önce neşelerine sonra sıkıntılarına ortak olabilenlere, bugün küçücük bir bayrakla da olsa o meydanda onların seslerine hoparlör olanlara.. Camları kıranlara bir sözüm yok, onlara baştan bayramı anlatmak lazım. 


Kültürlenmek istiyorum diyenler için, olurda giderim, fikrim olsun derseniz, buyrun Hırvatistan için maviye, Bosna Hersek için sarıya tıklayın.

28 Nisan 2012 Cumartesi

Kan ve Bal Ülkesi / Bosna Hersek

Daha yola çıkarken gerildiğimizi fark ediyorduk. Yaşlarımız müsait olduğu için hepimiz televizyonlardan Bosna savaşını hatırlıyorduk. Birde en sevdiğimiz dizi olan Sıcak Saatler'deki Süleyman Süleymanoğlu'nu. Hatırlar mısınız o Sedat'ın Bosna'da ateş altından kurtardığı çocuktu? 91-95 yılları arasında tüm coğrafya savaş ile hırpalanmış, hala da izlerini taşıyorlar, izleri geride bırakmak istiyorlar mı kocaman bir soru işareti. Boşnaklar, Sırplar, Hırvatlar herkes nasibini almış savaştan, ama bildiğimiz, duyduğumuz, Boşnaklar kendilerini korumaktan başka bir şey yapmamışlar, yapamamışlar. Kan ve Bal ülkesi mi, bana sorarsanız Bosna hala savaşın içindeymiş gibi gözüken, öyle hisseden bir ülke. Unutmuyorlar, olanları unutturmak da istemiyorlar. Anlatıcı doğru kelimeleri seçiyor, seri katliam ve tecavüzler.. Çok geç kalan Dünya'nın tepkisi ve müdahalesi ise hala bir yara..

Mostar Köprüsü'nün sonunda savaş sırasında profosyoneller tarafından çekilmiş fotoğrafların sergisi var, ücretli.
Haritaya göz atarsanız Bosna Hersek ve Hırvatistan arasında kalan küçük bir alan var. Önce Hırvatistan sınırından Bosna'ya, sonra tekrar Hırvatistan'a geçip, Bosna sınırına gelmeniz gerekiyor. Savaşı daha sınırdan fark ediyorsunuz, hem Hırvatistan hem de Bosna Hersek bayrağı yırtık ve kimse değiştirmeye bile tenezzül etmemiş. Oldukça uzun süren sınır işlemleri sizi yorabilir, hazırlıklı olun. Arada kalan bölge Bosna Hersek'e ait, Neum adında küçük bir kent. Bosna Hersek'te fiyatlar göreceli olarak daha uygun, sigara ve alkol alışverişlerinizi buradan yapabilirsiniz. 

Görünen bayrak Bosna Hersek'e ait.
Sınırdan sonra istikamet Mostar..Mostar (Türk) Köprüsü Bosna iç savaşı sırasında oldukça hasar görmüş ve yıkılmış, sonrasında Macar dalgıçlar tarafından nehirden çıkarılan orjinal taşlarla Unesco tarafından bir Türk Firma aracılığıyla yeniden inşa edilip ve törenle açılmış. Köprü Hırvat ve Müslüman kesimi birbirine bağlayıcı özelliğe sahip olduğu için, köprünün yıkımı ve ona yapılan saldırı, çok uluslu yapının reddedilmesinin resmi olarak kabul ediliyor. Köprünün her iki tarafında bir çok sayıda kafe ve restoran var ancak turist sayısını kaldırabilecek yeterlilikte değiller, özellikle yemek konusunda. Mostar'ı fotoğraflamak için bir caminin bahçesine giriyorsunuz, oradan görüntü muhteşem. Tabii, istemli ya da istemsiz olarak herkesin milliyetçilik damarı kabarıyor bu anlarda. 

Mostar Köprüsü
Kendilerine özgü yemekleri Boşnak köftesi ve önceden uyarıldığımız gibi porsiyonları gerçekten çok büyük. Boşnak köftesinin tadı tekirdağ köftesine benziyor ve oldukça lezzetli. Ama daha lezzetli olan şey baklavaları şüphesiz, mutlaka yiyin. Boşnaklar sabah gözlerini açtıkları gibi kahve içerlermiş, öyle şekerli falan da değil, sade ve birkaç bardak. Kahvelerini içelim dedik, sunumları hoş ama oldukça acı. 

Türkiye'yi yeni deyişle dinsiz bir neslin beklediği gibi, savaş sonrasında gençler antifaşizm savunucuları olmuşlar, şaşırtıcı değil değil mi?  
Bir sonraki durak Poçitel Türk Köyü. Burada yaşayan insanlar Müslümanlar ve sizinle türkçe konuşmaya çalışıyorlar. Sizi kağıttan yapılmış külahlardaki taze çilek, yaban mersini, ceviz ve incir ile karşılıyorlar. Kafannızı kaldırdığınızda solda cami minaresi, sağda ise kilise çanı görüyorsunuz. Bosna'da Müslümanlar bir cami yaptığında Hristiyanlar bir kilise inşa edermiş, ancak en son Hristiyanlar 25 metrelik bir haç dikmişler, heryerden görülebiliyor. Poçitel'de çok güzel bir külliye var, içinde yürümenizi tavsiye ederim. Bölgelerin tamamı Yugoslavya Birleşik Sosyalist Cumhuriyetleri'nden kopma olduğu için Yugoslav arabaları heryerde, o kadar küçük ve sevimlilerki. Emir Kusturica'yı ve filmlerini sevenler mutlaka gülümseyeceklerdir bu coğrafyalarda. Ama hatırlatmalıyım, onlar Emir Kusturica'yı hiç sevmiyorlar. 

Poçitel/ Yukarıdan Külliyenin görünümü..
Dediği gibi Bosnalılar ne savaşı unutmak ne de unutturmak istiyorlar, haklılar da. Kimse evlerine boya sürmemiş, o delikleri kapamaya çalışmamış, hepsi şarapnel izleriyle sizi şehre girdiğiniz andan itibaren saygıya davet ediyor. Adeta size, "biz bunu yaşadık, siz uzun süre sesimizi duymadınız, şimdi bakın" diyor. 

Yolda giderken dikkat ederseniz, yol kenarlarında irili ufaklı resimli mermer taşlar (anıt mezarlar) ve önlerinde saksılar içinde çiçekler göreceksiniz. Aileleri ve yakınları savaş ya da herhangi bir sebeple hayatını kaybeden sevdikleri için bu anıt mezarları yol kenarlarına diktirip, yıl dönümlerinde ziyaret ederek çiçek bırakıyorlarmış. O kadar çok görüyorsunuz ki, sanki şehir büyük bir anıt. Özellikle Mostar girişinde bir Boşnak bayrağı asılı, üzerinde beyaz  zambaklar var. Bu zambaklar her mevsime, koşula uyum sağlayabilen, zor zarar geren güçlü bir zambak türüymüş. Boşnakların yüzyıllardır farklı toplumlardan gördükleri zulümü oldukça iyi ifade eden bir simge. 

Savaşın yaralarından yorgun, ve ekonomik olarak gerçekten yardıma ihtiyaç duyan bir millet Bosna. Özellikle bu coğrafyanın heryerinde sosyalist rejimin yansımalarını hissediyorsunuz, bilhassa hizmet alanında. Güzel bir şehir değil, güncel tarihin en büyük yaralarından birini yerinde görmek için bile yolunuzu oradan geçirmeye değer, inanın bana. 

Bosna'da para birimi "Km", türk lirasına neredeyse denk, ve Hırvat parasıyla karıştırılabiliyor, aklınızda bulunsun. 

Bir önceki durak olan Hırvatistan ile ilgili yazıyı okumak isterseniz, buraya tıklayabilirsiniz

Bir sonraki yazı Dünya'nın en genç 3. Cunhuriyeti olan Karadağ üzerine olacak. 


Keyifli okumalar.. 

26 Nisan 2012 Perşembe

Balkanların Turizm Cenneti / Dubrovnik

Genelde Pegasus uçuyor, ama artık herhalde kalkış şeklinden bilmem ne kadar yılda kar ettiklerini bilmeyen yok.. Dubrovnik'e yaklaşırken çekilmiş bir kare..
23 Nisan pazartesiye gelmesiyle tatil için müthiş bir fırsattı. Bizde "Pis Yedili" olarak dört günlük kısa bir tatil planlamaktan geri duramadık. Birbirine sınır komşusu olan Bosna Hersek, Hırvatistan ve Karadağ birbirine hem benzer, hem de apayrı özelliklere sahip coğrafyalar. Çok yakın tarihte birbirleriyle savaşmış, bunun yaralarını hala taşıyan ve sarmaya çalışan toplumlar bunlar. 3 yazılık dizi olarak hepsini sizlere anlatmayaca çalışacağım. İlk durak genelde konaklama için tercih edilen Dubrovnik, yani Hırvatistan. 

Dubrovnik özellikle yaz ayları için bir turizm cenneti. Cennet dendiğinde aklınıza Antalya ya da Ege gibi plajlar gelmesin, Dalmaçya Kıyıları coğrafya gereği kayalık. Türkiye'den daha kuzeyde olduğu için hava İstanbul'a göre oldukça serindi özellikle geceleri. Hırvatistan'ın nüfusu ise İstanbul'dan daha az. Henüz sezon açılmadığı için mağazalar ve cafeler, buna publar dahil en geç 12'de, restoran mutfakları ise malesef 10'da kapanıyor. Bu şehirde biraz hızlı olmanız gerekiyor. Gece hayatı ise minimum düzeyde. Türkiye'de alışık olduğunuz hizmet kalitesini beklemeyin ve kendinizi buna hazırlayın, size tavsiyem.

Cavtat..
Havaalanı- Dubrovnik arasında, Cavtat'dan geçiyorsunuz, gerçek bir cennet. Orada mutlaka biraz daha fazla zaman geçirin. Mavisi ve yeşiliyle sizi kendine hayran bırakıyor. 

Old Town/ Yürümesi keyifli ve kolay alıştığınız bir yer..
Vaktinizi genelde Old Town dedikleri hediyelik mağazalarının, restoran ve kafelerin olduğu yerde geçirebilirsiniz. Eminim size İstiklal'i andıracaktır. İtalyanlar'dan Fransızlara, Osmanlı'ya kadar neredeyse yolu geçenin hüküm sürdüğü topraklar olduğu için kendilerine özgü bir mutfakları açıkcası yok. Heryerde pizza restoranı görmeniz mümkün, özellikle dilim pizzaları yemeğin göreceli olarak pahalı olduğu Dubrovnik'te, iyi bir çözüm. Her restoranda olan ve onlara özgü olan yemek "cevapcici" şeklinde yazılıyor, dana ve domuz kıyması karışık köfte. Çorba ve biftek türkçe ile hırvatçada aynı, sizi şaşırtabilir. Deniz ürünleri ile yapılan risotto ve spagettiyi tavsiye ederim ancak, çok sulu ya da soslu gelme ihtimali var. Size midye ve karides yemenizi önereceklerdir, midyeler tahmin edeceğiz üzere pilavlı değil, bu sebeple pek bir doyuruculuk taşımıyor. Karidesler ise ayıklanmamış olduğu için binbir zahmet sonrası patates kızartması sipariş edebilirsiniz. En çok tavsiye edilen restoran Mea Culpa, pizzasını deneyin. Mea Culpa'nın karşısındaki Silok'u şiddetle tavsiye ederim, aile işletmesi oldukları için inanılmaz güleryüzlüler. 

Sokak tabelaları en büyük yardımcınız, her sokak başında sokakta neler olduğunu görebiliyorsunuz..
Hırvatistan para birimi Kuna, 1 Euro yaklaşık 7-7,5 Kuna'ya denk geliyor. Menülere baktığınızda yemek fiyatlarında genelde 70-150 Kuna arası fiyatlar görüyorsunuz, ki inanın yemek ucuz değil. Ben iki akşam için çözümü 13 Kuna'ya çeyrek pizza dilimi yiyerek buldum. İngilizlerde onlara güzel bir hatıra bırakmışlar, masaların üzerinde sirke ve tuz olduğu için tüm restoranlarda ketçap ve mayonez paralı ve ayrı ayrı 8 Kuna ödemeniz gerekiyor. Birçok su markası var, ancak genelde deniz kokuyor, ve birçok ülke gibi bira daha ucuz olduğu için tüm gün bira içiyorsunuz. Hırvat birası çok güzel bir bira, karşınıza Heineken çıkacaktır ama siz yerel biralarını tercih edin, fiyatlar 20-25 Kuna civarında. 

Daha az rüzgarın olduğu bir zaman surlarda dolaşmak hem spor ve hem de keyifli bir zaman olacaktır..
Havanın güzel olduğu zaman, bizde malesef çok rüzgar vardı, teleferik ile Napolyon'un kalesine çıkın, kuşattığında oradan şehre bakarmış. Eminim manzara çok güzeldir. Şu anda tadilat var ama yaklaşık 1500 basamak çıkarak surların tepesinde mutlaka yürüyün, Old Town'ın girişinde hemen merdivenleri göreceksiniz. Dubrovnik panoramik olarak çok güzel bir şehir, fotoğraf tutkunları özellikle bu fırsatı değerlendirmeliler. Genelde etrafında 3 ya da 4 tane cruz gemisinin olduğu Tudjman köprüsü fotoğraf çekmek için güzel bir durak. Köprü 2000'li yıllarında başında yapıldığı için modern bir mimariye sahip. 

Dr. F. Tudjman Köprüsü ve hergün değişen Cruzları..
Benzin ülkemize göre yarı fiyatına olmasına rağmen, taksi fiyatları iki katı, bunu taksiler arasında Mercedes'i de görünce anlıyorsunuz. Otobüsleri çok güzel ve 10 Kuna'ya şehir merkezine en fazla 15 dakikada ulaşabiliyorsunuz, taksiden uzak durmaya çalışın, ama restoranların kapandığı gibi son otobüs de 12'de kalkıyor. 

Özellikle 6 numaralı otobüs şehir merkezinden birçok tur otelinin önünden geçip şehir merkezine gidiyor.

Hırvatistan ciddi bir deprem kuşağının üstünde yer alıp, en çok yağış alan bölgelerden biri olduğu için, ilk gece depremle tanıştık, ikinci ve üçüncü günümüzde yer yer yağmur vardı. Mayıs ayı daha ideal bir tatil olabilir, ancak temmuz ağustos aylarında çok sıcak oluyormuş. 3 yıldızlı otellerden korkmayın, gerçekten hizmet kaliteleri 3 yıldızdan daha fazla, ancak malesef otellerinde barları 10'da kapanıyor, çay bile içemiyorsunuz. 

Doğası çok güzel olan ve korunmuş bir yere gittiğinizi asla aklınızdan çıkarmayın, doğa da buna izin vermiyor zaten..
Hırvatlar boy ortalaması en uzun olan milletlerden biri. Beyler belirtmeliyim, havaalanında uçağın kanadının altında duran kadın bile çok güzeldi. Bayanlar, en az 5 erkek için bunu Türkiye'ye götürmem mümkün mü demiş olabilirim. Genel olarak güzel, bakımlı, iyi giyimli ve güleryüzlü insanlar. Ben Avrupa erkeklerini sevdiğim için hem onlar hem de ben bayağı mutluyduk aslında. 

Fotoğraflar: Merve'nin kamerasından. Daha fazla fotoğraf için tıklayın

21 Nisan 2012 Cumartesi

Muhalefet ve Cinler

Elimde bir valiz..
Gidipte dönmemek olsa keşke diyorum..

Yine bir yolculuk zamanı, evet bildiniz. Başka bir ülkeye gitmek daha farklı bir heyecanmış, belki bir arayış. Uzun zamandır başka bir yerde yaşasam daha mutlu bir insan olacağımı düşünüyorum. Bu Türkiye'yi sevmediğimden ya da tek kurtuluş gitmek kafasından gelen bir durum değil, kendini tamamlama isteği, bu bazen bir sokak, bazen bir şehir, bir dil, bir kültür. 

Ne olduğunuzu bilirsiniz, ama en çok neyin yanına yakışacağınızı bilemezsiniz. 

Erkeklerin ağızlarının açılacağını tahmin ediyorum. Rotam Dubrovnik beyler. Hava sıcaklığı Türkiye'yle hemen hemen aynı olduğu için daha çıplak şeyler görmeyi beklemiyorum, üzgünüm. 

Hafta sıkıntılı, hava sıkıntılı, ben sıkıntılı, memleketim sıkıntılıydı. Hayatımda onun için yapılmış bir şeye teşekkür etmeye bile vakti olmayacak kadar meşgul tek türle tanıştım. Küçük Prens'in devamı olsaydı oradaki gezegenlerden birinde yaşayabilirdi, ama ben yine de kendisiyle tanıştığıma memnun oldum, ne diyim şimdi bundan sonra, pardon biz insanlar teşekkürü yeri ve zamanında ederiz, iyileştikten üç hafta sonra geçmiş olsun demenin anlamı olmadığı gibi?

Ama ne dersin, hayat, insanlar garip, vapurlar falan..

Her yolculuk, bir daha geçilmeyecek bir yolu gösterirmiş. Kimse gittiği yeri bir daha görmek istemez, mi acaba? 

Size de ülkede biraz kaos var gibi gelmiyor mu? Yoksa güllük gülistanlık büyüme rakamlarımız, kalbimizi insan sevgilisiyle doldurup, mutlu dindar mesut ülkemizde her gün ilahiler okuyarak hurma toplamıyor muyuz? Sıkıntı var, sıkıntılar var "sayın" devletim. 

Bir ülkede bir doktor "Topunuz doktorsuz kalın" diyebiliyorsa, mesleğine lanet ediyor, can kurtarmak yerine canının derdine düşüyorsa, bir sıkıntı var. Bir torun, dedesinin ölümüne ağlamak yerine, emekli maaşının peşinde bir cana kıyıyorsa, emekli maaşına mecbur eden sistem burada çok mu masum? 

Yeri gelmişken, Tiyatromdan Uzak Dur. Ne reformist hükümetsin gözünü sevdiğim, yok mu bir duraklama dönemin, biz muhalefet olmaktan yorulduk, senin cinler bir türlü durulmuyor, sakin, vaziyet böyleyse önümüzde uzun yıllar var, evliliğin ilk 10 yılı kritiktir derler, düşünerek lütfen. 

Ben giderim dönerim, ama siz İstanbul'uma iyi bakın. 

İyi haftasonları, çocuklar gibi şen olun, hala 23 Nisan'ın bir tarafından tutabiliriz ;) 

Not: Bu kadar if'li bir valiz bulduğum için ne kadar mutluyum anlatamam. 

Not2: Şimdi ben cin dedim ama iyi olmadı değil mi, neyse o üç harflilerden işte.