28 Nisan 2012 Cumartesi

Kan ve Bal Ülkesi / Bosna Hersek

Daha yola çıkarken gerildiğimizi fark ediyorduk. Yaşlarımız müsait olduğu için hepimiz televizyonlardan Bosna savaşını hatırlıyorduk. Birde en sevdiğimiz dizi olan Sıcak Saatler'deki Süleyman Süleymanoğlu'nu. Hatırlar mısınız o Sedat'ın Bosna'da ateş altından kurtardığı çocuktu? 91-95 yılları arasında tüm coğrafya savaş ile hırpalanmış, hala da izlerini taşıyorlar, izleri geride bırakmak istiyorlar mı kocaman bir soru işareti. Boşnaklar, Sırplar, Hırvatlar herkes nasibini almış savaştan, ama bildiğimiz, duyduğumuz, Boşnaklar kendilerini korumaktan başka bir şey yapmamışlar, yapamamışlar. Kan ve Bal ülkesi mi, bana sorarsanız Bosna hala savaşın içindeymiş gibi gözüken, öyle hisseden bir ülke. Unutmuyorlar, olanları unutturmak da istemiyorlar. Anlatıcı doğru kelimeleri seçiyor, seri katliam ve tecavüzler.. Çok geç kalan Dünya'nın tepkisi ve müdahalesi ise hala bir yara..

Mostar Köprüsü'nün sonunda savaş sırasında profosyoneller tarafından çekilmiş fotoğrafların sergisi var, ücretli.
Haritaya göz atarsanız Bosna Hersek ve Hırvatistan arasında kalan küçük bir alan var. Önce Hırvatistan sınırından Bosna'ya, sonra tekrar Hırvatistan'a geçip, Bosna sınırına gelmeniz gerekiyor. Savaşı daha sınırdan fark ediyorsunuz, hem Hırvatistan hem de Bosna Hersek bayrağı yırtık ve kimse değiştirmeye bile tenezzül etmemiş. Oldukça uzun süren sınır işlemleri sizi yorabilir, hazırlıklı olun. Arada kalan bölge Bosna Hersek'e ait, Neum adında küçük bir kent. Bosna Hersek'te fiyatlar göreceli olarak daha uygun, sigara ve alkol alışverişlerinizi buradan yapabilirsiniz. 

Görünen bayrak Bosna Hersek'e ait.
Sınırdan sonra istikamet Mostar..Mostar (Türk) Köprüsü Bosna iç savaşı sırasında oldukça hasar görmüş ve yıkılmış, sonrasında Macar dalgıçlar tarafından nehirden çıkarılan orjinal taşlarla Unesco tarafından bir Türk Firma aracılığıyla yeniden inşa edilip ve törenle açılmış. Köprü Hırvat ve Müslüman kesimi birbirine bağlayıcı özelliğe sahip olduğu için, köprünün yıkımı ve ona yapılan saldırı, çok uluslu yapının reddedilmesinin resmi olarak kabul ediliyor. Köprünün her iki tarafında bir çok sayıda kafe ve restoran var ancak turist sayısını kaldırabilecek yeterlilikte değiller, özellikle yemek konusunda. Mostar'ı fotoğraflamak için bir caminin bahçesine giriyorsunuz, oradan görüntü muhteşem. Tabii, istemli ya da istemsiz olarak herkesin milliyetçilik damarı kabarıyor bu anlarda. 

Mostar Köprüsü
Kendilerine özgü yemekleri Boşnak köftesi ve önceden uyarıldığımız gibi porsiyonları gerçekten çok büyük. Boşnak köftesinin tadı tekirdağ köftesine benziyor ve oldukça lezzetli. Ama daha lezzetli olan şey baklavaları şüphesiz, mutlaka yiyin. Boşnaklar sabah gözlerini açtıkları gibi kahve içerlermiş, öyle şekerli falan da değil, sade ve birkaç bardak. Kahvelerini içelim dedik, sunumları hoş ama oldukça acı. 

Türkiye'yi yeni deyişle dinsiz bir neslin beklediği gibi, savaş sonrasında gençler antifaşizm savunucuları olmuşlar, şaşırtıcı değil değil mi?  
Bir sonraki durak Poçitel Türk Köyü. Burada yaşayan insanlar Müslümanlar ve sizinle türkçe konuşmaya çalışıyorlar. Sizi kağıttan yapılmış külahlardaki taze çilek, yaban mersini, ceviz ve incir ile karşılıyorlar. Kafannızı kaldırdığınızda solda cami minaresi, sağda ise kilise çanı görüyorsunuz. Bosna'da Müslümanlar bir cami yaptığında Hristiyanlar bir kilise inşa edermiş, ancak en son Hristiyanlar 25 metrelik bir haç dikmişler, heryerden görülebiliyor. Poçitel'de çok güzel bir külliye var, içinde yürümenizi tavsiye ederim. Bölgelerin tamamı Yugoslavya Birleşik Sosyalist Cumhuriyetleri'nden kopma olduğu için Yugoslav arabaları heryerde, o kadar küçük ve sevimlilerki. Emir Kusturica'yı ve filmlerini sevenler mutlaka gülümseyeceklerdir bu coğrafyalarda. Ama hatırlatmalıyım, onlar Emir Kusturica'yı hiç sevmiyorlar. 

Poçitel/ Yukarıdan Külliyenin görünümü..
Dediği gibi Bosnalılar ne savaşı unutmak ne de unutturmak istiyorlar, haklılar da. Kimse evlerine boya sürmemiş, o delikleri kapamaya çalışmamış, hepsi şarapnel izleriyle sizi şehre girdiğiniz andan itibaren saygıya davet ediyor. Adeta size, "biz bunu yaşadık, siz uzun süre sesimizi duymadınız, şimdi bakın" diyor. 

Yolda giderken dikkat ederseniz, yol kenarlarında irili ufaklı resimli mermer taşlar (anıt mezarlar) ve önlerinde saksılar içinde çiçekler göreceksiniz. Aileleri ve yakınları savaş ya da herhangi bir sebeple hayatını kaybeden sevdikleri için bu anıt mezarları yol kenarlarına diktirip, yıl dönümlerinde ziyaret ederek çiçek bırakıyorlarmış. O kadar çok görüyorsunuz ki, sanki şehir büyük bir anıt. Özellikle Mostar girişinde bir Boşnak bayrağı asılı, üzerinde beyaz  zambaklar var. Bu zambaklar her mevsime, koşula uyum sağlayabilen, zor zarar geren güçlü bir zambak türüymüş. Boşnakların yüzyıllardır farklı toplumlardan gördükleri zulümü oldukça iyi ifade eden bir simge. 

Savaşın yaralarından yorgun, ve ekonomik olarak gerçekten yardıma ihtiyaç duyan bir millet Bosna. Özellikle bu coğrafyanın heryerinde sosyalist rejimin yansımalarını hissediyorsunuz, bilhassa hizmet alanında. Güzel bir şehir değil, güncel tarihin en büyük yaralarından birini yerinde görmek için bile yolunuzu oradan geçirmeye değer, inanın bana. 

Bosna'da para birimi "Km", türk lirasına neredeyse denk, ve Hırvat parasıyla karıştırılabiliyor, aklınızda bulunsun. 

Bir önceki durak olan Hırvatistan ile ilgili yazıyı okumak isterseniz, buraya tıklayabilirsiniz

Bir sonraki yazı Dünya'nın en genç 3. Cunhuriyeti olan Karadağ üzerine olacak. 


Keyifli okumalar.. 

26 Nisan 2012 Perşembe

Balkanların Turizm Cenneti / Dubrovnik

Genelde Pegasus uçuyor, ama artık herhalde kalkış şeklinden bilmem ne kadar yılda kar ettiklerini bilmeyen yok.. Dubrovnik'e yaklaşırken çekilmiş bir kare..
23 Nisan pazartesiye gelmesiyle tatil için müthiş bir fırsattı. Bizde "Pis Yedili" olarak dört günlük kısa bir tatil planlamaktan geri duramadık. Birbirine sınır komşusu olan Bosna Hersek, Hırvatistan ve Karadağ birbirine hem benzer, hem de apayrı özelliklere sahip coğrafyalar. Çok yakın tarihte birbirleriyle savaşmış, bunun yaralarını hala taşıyan ve sarmaya çalışan toplumlar bunlar. 3 yazılık dizi olarak hepsini sizlere anlatmayaca çalışacağım. İlk durak genelde konaklama için tercih edilen Dubrovnik, yani Hırvatistan. 

Dubrovnik özellikle yaz ayları için bir turizm cenneti. Cennet dendiğinde aklınıza Antalya ya da Ege gibi plajlar gelmesin, Dalmaçya Kıyıları coğrafya gereği kayalık. Türkiye'den daha kuzeyde olduğu için hava İstanbul'a göre oldukça serindi özellikle geceleri. Hırvatistan'ın nüfusu ise İstanbul'dan daha az. Henüz sezon açılmadığı için mağazalar ve cafeler, buna publar dahil en geç 12'de, restoran mutfakları ise malesef 10'da kapanıyor. Bu şehirde biraz hızlı olmanız gerekiyor. Gece hayatı ise minimum düzeyde. Türkiye'de alışık olduğunuz hizmet kalitesini beklemeyin ve kendinizi buna hazırlayın, size tavsiyem.

Cavtat..
Havaalanı- Dubrovnik arasında, Cavtat'dan geçiyorsunuz, gerçek bir cennet. Orada mutlaka biraz daha fazla zaman geçirin. Mavisi ve yeşiliyle sizi kendine hayran bırakıyor. 

Old Town/ Yürümesi keyifli ve kolay alıştığınız bir yer..
Vaktinizi genelde Old Town dedikleri hediyelik mağazalarının, restoran ve kafelerin olduğu yerde geçirebilirsiniz. Eminim size İstiklal'i andıracaktır. İtalyanlar'dan Fransızlara, Osmanlı'ya kadar neredeyse yolu geçenin hüküm sürdüğü topraklar olduğu için kendilerine özgü bir mutfakları açıkcası yok. Heryerde pizza restoranı görmeniz mümkün, özellikle dilim pizzaları yemeğin göreceli olarak pahalı olduğu Dubrovnik'te, iyi bir çözüm. Her restoranda olan ve onlara özgü olan yemek "cevapcici" şeklinde yazılıyor, dana ve domuz kıyması karışık köfte. Çorba ve biftek türkçe ile hırvatçada aynı, sizi şaşırtabilir. Deniz ürünleri ile yapılan risotto ve spagettiyi tavsiye ederim ancak, çok sulu ya da soslu gelme ihtimali var. Size midye ve karides yemenizi önereceklerdir, midyeler tahmin edeceğiz üzere pilavlı değil, bu sebeple pek bir doyuruculuk taşımıyor. Karidesler ise ayıklanmamış olduğu için binbir zahmet sonrası patates kızartması sipariş edebilirsiniz. En çok tavsiye edilen restoran Mea Culpa, pizzasını deneyin. Mea Culpa'nın karşısındaki Silok'u şiddetle tavsiye ederim, aile işletmesi oldukları için inanılmaz güleryüzlüler. 

Sokak tabelaları en büyük yardımcınız, her sokak başında sokakta neler olduğunu görebiliyorsunuz..
Hırvatistan para birimi Kuna, 1 Euro yaklaşık 7-7,5 Kuna'ya denk geliyor. Menülere baktığınızda yemek fiyatlarında genelde 70-150 Kuna arası fiyatlar görüyorsunuz, ki inanın yemek ucuz değil. Ben iki akşam için çözümü 13 Kuna'ya çeyrek pizza dilimi yiyerek buldum. İngilizlerde onlara güzel bir hatıra bırakmışlar, masaların üzerinde sirke ve tuz olduğu için tüm restoranlarda ketçap ve mayonez paralı ve ayrı ayrı 8 Kuna ödemeniz gerekiyor. Birçok su markası var, ancak genelde deniz kokuyor, ve birçok ülke gibi bira daha ucuz olduğu için tüm gün bira içiyorsunuz. Hırvat birası çok güzel bir bira, karşınıza Heineken çıkacaktır ama siz yerel biralarını tercih edin, fiyatlar 20-25 Kuna civarında. 

Daha az rüzgarın olduğu bir zaman surlarda dolaşmak hem spor ve hem de keyifli bir zaman olacaktır..
Havanın güzel olduğu zaman, bizde malesef çok rüzgar vardı, teleferik ile Napolyon'un kalesine çıkın, kuşattığında oradan şehre bakarmış. Eminim manzara çok güzeldir. Şu anda tadilat var ama yaklaşık 1500 basamak çıkarak surların tepesinde mutlaka yürüyün, Old Town'ın girişinde hemen merdivenleri göreceksiniz. Dubrovnik panoramik olarak çok güzel bir şehir, fotoğraf tutkunları özellikle bu fırsatı değerlendirmeliler. Genelde etrafında 3 ya da 4 tane cruz gemisinin olduğu Tudjman köprüsü fotoğraf çekmek için güzel bir durak. Köprü 2000'li yıllarında başında yapıldığı için modern bir mimariye sahip. 

Dr. F. Tudjman Köprüsü ve hergün değişen Cruzları..
Benzin ülkemize göre yarı fiyatına olmasına rağmen, taksi fiyatları iki katı, bunu taksiler arasında Mercedes'i de görünce anlıyorsunuz. Otobüsleri çok güzel ve 10 Kuna'ya şehir merkezine en fazla 15 dakikada ulaşabiliyorsunuz, taksiden uzak durmaya çalışın, ama restoranların kapandığı gibi son otobüs de 12'de kalkıyor. 

Özellikle 6 numaralı otobüs şehir merkezinden birçok tur otelinin önünden geçip şehir merkezine gidiyor.

Hırvatistan ciddi bir deprem kuşağının üstünde yer alıp, en çok yağış alan bölgelerden biri olduğu için, ilk gece depremle tanıştık, ikinci ve üçüncü günümüzde yer yer yağmur vardı. Mayıs ayı daha ideal bir tatil olabilir, ancak temmuz ağustos aylarında çok sıcak oluyormuş. 3 yıldızlı otellerden korkmayın, gerçekten hizmet kaliteleri 3 yıldızdan daha fazla, ancak malesef otellerinde barları 10'da kapanıyor, çay bile içemiyorsunuz. 

Doğası çok güzel olan ve korunmuş bir yere gittiğinizi asla aklınızdan çıkarmayın, doğa da buna izin vermiyor zaten..
Hırvatlar boy ortalaması en uzun olan milletlerden biri. Beyler belirtmeliyim, havaalanında uçağın kanadının altında duran kadın bile çok güzeldi. Bayanlar, en az 5 erkek için bunu Türkiye'ye götürmem mümkün mü demiş olabilirim. Genel olarak güzel, bakımlı, iyi giyimli ve güleryüzlü insanlar. Ben Avrupa erkeklerini sevdiğim için hem onlar hem de ben bayağı mutluyduk aslında. 

Fotoğraflar: Merve'nin kamerasından. Daha fazla fotoğraf için tıklayın

21 Nisan 2012 Cumartesi

Muhalefet ve Cinler

Elimde bir valiz..
Gidipte dönmemek olsa keşke diyorum..

Yine bir yolculuk zamanı, evet bildiniz. Başka bir ülkeye gitmek daha farklı bir heyecanmış, belki bir arayış. Uzun zamandır başka bir yerde yaşasam daha mutlu bir insan olacağımı düşünüyorum. Bu Türkiye'yi sevmediğimden ya da tek kurtuluş gitmek kafasından gelen bir durum değil, kendini tamamlama isteği, bu bazen bir sokak, bazen bir şehir, bir dil, bir kültür. 

Ne olduğunuzu bilirsiniz, ama en çok neyin yanına yakışacağınızı bilemezsiniz. 

Erkeklerin ağızlarının açılacağını tahmin ediyorum. Rotam Dubrovnik beyler. Hava sıcaklığı Türkiye'yle hemen hemen aynı olduğu için daha çıplak şeyler görmeyi beklemiyorum, üzgünüm. 

Hafta sıkıntılı, hava sıkıntılı, ben sıkıntılı, memleketim sıkıntılıydı. Hayatımda onun için yapılmış bir şeye teşekkür etmeye bile vakti olmayacak kadar meşgul tek türle tanıştım. Küçük Prens'in devamı olsaydı oradaki gezegenlerden birinde yaşayabilirdi, ama ben yine de kendisiyle tanıştığıma memnun oldum, ne diyim şimdi bundan sonra, pardon biz insanlar teşekkürü yeri ve zamanında ederiz, iyileştikten üç hafta sonra geçmiş olsun demenin anlamı olmadığı gibi?

Ama ne dersin, hayat, insanlar garip, vapurlar falan..

Her yolculuk, bir daha geçilmeyecek bir yolu gösterirmiş. Kimse gittiği yeri bir daha görmek istemez, mi acaba? 

Size de ülkede biraz kaos var gibi gelmiyor mu? Yoksa güllük gülistanlık büyüme rakamlarımız, kalbimizi insan sevgilisiyle doldurup, mutlu dindar mesut ülkemizde her gün ilahiler okuyarak hurma toplamıyor muyuz? Sıkıntı var, sıkıntılar var "sayın" devletim. 

Bir ülkede bir doktor "Topunuz doktorsuz kalın" diyebiliyorsa, mesleğine lanet ediyor, can kurtarmak yerine canının derdine düşüyorsa, bir sıkıntı var. Bir torun, dedesinin ölümüne ağlamak yerine, emekli maaşının peşinde bir cana kıyıyorsa, emekli maaşına mecbur eden sistem burada çok mu masum? 

Yeri gelmişken, Tiyatromdan Uzak Dur. Ne reformist hükümetsin gözünü sevdiğim, yok mu bir duraklama dönemin, biz muhalefet olmaktan yorulduk, senin cinler bir türlü durulmuyor, sakin, vaziyet böyleyse önümüzde uzun yıllar var, evliliğin ilk 10 yılı kritiktir derler, düşünerek lütfen. 

Ben giderim dönerim, ama siz İstanbul'uma iyi bakın. 

İyi haftasonları, çocuklar gibi şen olun, hala 23 Nisan'ın bir tarafından tutabiliriz ;) 

Not: Bu kadar if'li bir valiz bulduğum için ne kadar mutluyum anlatamam. 

Not2: Şimdi ben cin dedim ama iyi olmadı değil mi, neyse o üç harflilerden işte. 

14 Nisan 2012 Cumartesi

Alışmak kötü müdür?

Ne zamandır elim tek kelime yazmaya bile gitmiyordu, biraz önce bir şey gördüm ve artık zamanı geldi bir şeyler karalamanın..

Malum zaman her şeyin ilacıdır derler, ama bu zaman mıdır yoksa alışmak denen melet midir sebebi kim bilir? Psikolojide doktorun ölüm duygusuna alışması diye bir şey öğretirler, duyarsızlaşma, alışmak da öyle bir şey herhalde, acısada incitmez dediğimiz cinsten. 

İmam bir iktidara, patavatsız bakanlara, değişen sistemlere alıştık.
Neredeyse 5 liralık benzine, %20'lik zamlara alıştık. 
Gönülden kopan tutuklamalara, hukuksuzluğa alıştık. 
Bir türlü azalamayan kadına şiddete, cumartesi annelerine alıştık. 
Kürt mü, PKK mı, BDP mi yoksa özgürlük mü derken ortaya çıkan karmaşaya alıştık. 
Arap baharına alıştık. 
Kanseri cümle içinde kullanmaya alıştık.
Futbolda şike kavramına alıştık. 
Daha neye alışmadık ki.. 

Ben sevilmemeye bile alıştım. 

Neymiş, alışmak aslında pek de iyi bir şey değilmiş, direnmek, savaşmak, susmamak, istemek, inkar etmek, haykırmak, hakkını aramak.. 

Lazımmış..

Ha bence alışmak diye bir şey yok, çaresizliği kabul etmek var, yenilmek..

İyi pazarlar..