30 Mart 2012 Cuma

Kadrolu.. / Bir şiir daha..

Yorgunum.
Omzumda sabit bir ağrı. 
Bedenimde yaralar.


Daha bir unutkanım. 
Yemek fırında, ya anahtar,
Günlerden, haftalardan bir haber bir çare bahar..


Düşünürken kenetlenen ellerim, bacaklarım,
Öyleki, adım atmak imkansız, 
Ağır, uyuşmuş..


Umutlarım var,
Sessiz, kimsesiz, yalnız, 
Birtek sen,belki..


Yalnızlığım kadrolu.. 
Ben kadrolu..
Sensizliğim kadrolu..


M.E.

29 Mart 2012 Perşembe

Nedir bu doğumgünü ?

Sigarayı bırakmak?
İşi bırakmak?
Hediye almak?
Yeni araba almak?
Kendini ödüllendirmek?
Parti vermek?
Çıldırmak?
Heyecanlanmak?
Karar almak/vermek?
Sarhoş olmak?
Yüzlerce fotoğraf çektimek?
Özene bezene giyinmek?
Yatakta yalnız olmamak?
Şımarıklık yapmak?
Yedi düvele ilan etmek?
Tatile çıkmak?
Pasta üflemek?
Dilek tutmak?
Mutsuz olmak?
Mutluluktan delirmek?
Hayaller, hayaller, hayaller..
..
..
..


Uzar da gider. 


Kendiminkiler konusunda kanaatkar olsamda sevdiğim insanları meraktan delirtmeyi, sonra mutluluktan çıldırtmayı severim. Yılın en sevdiğim zamanındayız.. 


Kitabı, defteri çıkartın, check list zamanı. Neler yaptım, neler yapmak istiyordum, neler yapacağım? 


Hafta ortasındayız artık ama, şimdiden cuma sizi bekliyormuş, belki haftasonu havalarda daha da güzelleşir :) 

25 Mart 2012 Pazar

Geldiği değil de gittiği gün hatırlanır hep..

Siyah-beyaz fotoğraflarımdan sıkılanlar için küçük bir hediye sayılabilir bence..


Kendileri evimin ilk canlı çiçeği olurlar, o yüzden pek bir özel ve güzeller benim için. Ne zamandır baharı kendime hatırlatmak için istiyordum, ama bir türlü alamamıştım. Ablam sabah kahvaltısına elinde çiçeklerle gelince çok sevindim. Evde çiçek fikrine çok sıcak bakan bir insan olmadım hiç, taki geçen yıla kadar. Özel bir gün için benim çok sevdiğim kırmızı çiçek eve geldi, ve onun bir köşede durması değil de bana arkadaşlık etmesi gerekiyordu aslında. Hergün sulandı, eve gelemeyeceğim zaman banyoya hem hava alsın, hem de güneş gelsin diye transfer edildi. Arada daha da bol hava almak için mutfak ziyaretlerini de söylemem lazım. Önce her yaprağı döküldüğünde bir kitabın arasına koydum, sonra dökülen tomurcuklarını tekrar toprağına gömdüm. Bir kere çöp poşetini bile gördü, bir saat sonra kapıdan içeri aldım, ağlıyordum, ya gitseydi?


Benim çiçeklerle konuşma durumum o zamana dayanır. Evden taşınırken onu attım, eğer bir gün o solarsa, son tomurcuk da düşerse çok sevdiğim bir şeyin biteceğini düşünüyordum, benim için bizim ömrümüz onun ömrü kadardı, hepimiz sona geldik. Hala o çiçekten gördüğümde geldiği günü değil de gittiği günü hatırlıyorum evden. 10 çöp poşetinin birinde o da vardı, en sevdiğim, son 10 ayımın en kadim dostu. İlk o zaman anladım insanlar çiçekleri neden sever, neden bakar çocuk gibi?


Çiçek benim sevgilimdi. Belki başkası için özlediği bir dost, kızı, oğlu, annesi..
Bu seferki çiçek sadece bahar kutlaması ve onunla beraber gelen güzel ne varsa, ben hazırım, bekliyorum deme şeklim..


Bol çiçekli pazarlar..

17 Mart 2012 Cumartesi

Rembrandt ve Akranları, yok Çağdaşları..

Tam bir bütün Dutchlar toplandık tablosu. Daha doğrusu insanların önünde fotoğraf çektirmek için sıra oldukları duvar. 22 Şubat- 10 Haziran arasında Rembrandt ve Çağdaşları sergisi Sabancı Müzesi'nde sizleri bekliyor. Ama bugünkü kadar kalabalığı değil tabii ki. Cumartesi günü özellikle çocuklardan dolayı, tam da ideal sergi günü olmayabilir. 
Bu duvar bana teyzemlerin evinin girişini hatırlattı. Orada da bu yaşlarda kız çocuklarının eniştem tarafından çekilmiş sepya portreleri yer alır. Serginin ışıklandırması ve sıralanması en azından gezmek için çok elverişli değildi, yetersiz ışıktan okumakta, ve alanların darlığından kalabalıkta ilerlemekte zorluk çekiyordunuz.

Bazen boyumun kısalığından bir tripota çok ihtiyaç duyuyorum. Gördüğünüz duvar gravür tekniğiyle yapılmış resimlerden oluşuyor. Gravür aslında çoğaltmayı kolaylaştıran bir baskı tekniği.  Baskı yapılacak görüntü ahşap,metal veya taş üzerine çeşitli yöntemler ile alındıktan sonra levha mürekkep ile sıvanır. Levhanın yüzeyi temizlenince mürekkep yalnız çukur yerlerde kalır ve levhanın üzerindeki görüntü baskı uygulanarak kağıda aktarılır.
Bu da Rembrandt'a ait olan Gravür çalışmalarından biri. Bir süre hiç renkli çalışmasını görmeyeceğiz galiba diye düşünsemde,  pano üzerine yapılmış adeta fotoğraf karesi kadar canlı olan resimler sizin beğeninizi kazanacaklar. Rembrandt'a özellikle gravür tekniğinin ustası olarak kabul edildiği ve çok sayıda siyah-beyaz eseri bulunduğu için, buna tekniğini de dahil edersek, neden ışık ve gölgelerin ressamı dendiğini anlayabiliriz. 
Eğer biraz uzun zamanınız varsa mutlaka Rembrandt'ın hayatının anlatıldığı videoya zaman ayırın. Gravür'ün uygulamalı halini de görebilirsiniz. Ve tabii Rembrandt'ın kadınlara düşkünlüğünü..

STOP!!!!!

O istediğini aldı, ya bizler, daha çok yolum var benim, sizi bilemem. Sabır en büyük erdemmiş, küçüle küçüle bedenim  kalbimi ağrıtıyor artık, sığmıyor yerine, o da ben de ağırız, ağrılıyız. 
Gördüğünüz gibi ne yaptıysam, ezilmek hariç tamamını sığdıramadım. Ama konuştuğumuz şey daha garipti. "Şimdi bunun içinde bir milyon tane Ipad vardır". 

Tiyatro DOT nedir? Karşınızda "Supernova"/Beautiful Burnout..

Beni tanıyanlar bilirler. Fransızların kadınını, Almanların hiçbir şeyini, İngilizlerin her şeyini severim...

Tiyatro Dot; Süha Bilal, Murat Daltaban ve Özlem Daltaban tarafından Beyoğlu'nda Mısır Apartmanı'nın 4.katında kurulan ve İngilizlerin in-yer-face akımı oyunlarını Türkiye'de ilk kez sahneleyen özel tiyatrodur. Peki nedir bu in-yer-face, ya da türkçesi ile suratına tiyatro? 

Bu akım daha çok seyircinin oyuna katılmasını ve seyircinin sahnedeki uçarı müstehcenlik ve şok edici hareketlerden etkilenmesini amaçlar. 1990'lı yıllarda Britanyalı yazarların daha çok şiddet, cinsellik, uyuşturu, cinayet gibi temalar içeren oyunlar yazma isteği ve eğilimine ve bu oyunları kapsayan akıma verilen addır. 


Çarşamba gecesi G-Mall içindeki sahnede Supernova'yı seyrettim. Supernova boks yapmak isteyen bir grup gencin hikayesi. Dot'ta bir oyunu izlemeye gittiğinizde bilmeniz gereken bir kaç şey var. Oturma düzeninde herhangi bir numaralandırma yok, yerden yüksek olan sahnenin üç yanında sandalyeler dizili. Oyuncuların sahneye giriş çıkışları sağınızdan solunuzdan olabilir, hatta yanınıza oturabilirler. Bu kadar yakın, oyunun içinde olduğunuz için geç kalmak gibi bir opsiyonunuz yok, içeri giremezsiniz. Ama bunu bir şey izlemekten çok bir deneyim olarak kabul edin, sizi içine dahil etmeme olasılığı gerçekten çok düşük. 

Supernova'da kadro Cemil Büyükdöğerli, Hakan Kurtaş, Berrak Kuş, Ünal Silver, Pınar Töre, Tuğrul Tülek ve Emre Yetim'den oluşuyor. Neredeyse hepsini televizyon ya da seslerinden tanıyoruz ancak, isimler pek aşina değil bizlere. Boksör olmak isteyen genci oynayan Hakan Kurtaş'ın oyunculuğu Ezgi'nin deyimiyle "idol olacak cinsten.". Ben Dina ve anneye  bayıldım. Sizi en çok sarsan  bir saat on beş dakika boyunca birilerinin karşınızda boks yapıyor olması, hem de konuşarak ve nefes almadan küfrederek. Vücutlarından çıkan teri, ağızlarından fışkıran suları görüyorsunuz, kokuyu almadık biz. Sürekli bir antreman var sahnede, ip atlayan, şınav çeken, ağırlık kaldıran. Arada kareografili sahneler biraz uzun geliyor ama müziğe kaptırıyorsunuz kendinizi. Işığı ve müziği oyunun önemli diğer iki oyuncusu gibi düşünebilirsiniz. 


Ben daha fazla anlatmayayım. Siz şimdi şuradan bilet alın ve kendiniz görün. Haftaiçi bilet fiyatları sanırım daha uygun. 


Dediğim gibi boks sever misiniz bilemem ama deşarj olmak, ve hokkalı bir küfretmek ve gerçekleri haykırmak isterseniz, en azından içinizden, Supernova doğru adres. G-Mall içinde Num-Num ve D&R var, erken gidip yemek yiyerek, ya da kitaplara göz atarak vakit geçirilebilir. 


Keyifli haftasonları..

14 Mart 2012 Çarşamba

Defne Babasına Kavuştu ya Biz Şimdi İyiyiz, Hayır Değiliz, Olmamalıyız!

Ben pek olayları sıcağı sıcağına yaşayan ve dillendiren biri değilim, çoğu tartışmanın içine bile kendimi, karşı tarafın zayıf noktalarını ölçmeden dahil olmam. Yanlış bir şey söylemek yerine susmayı tercih edenlerdenim diyebiliriz. Pazartesiden beri yazılan çoğu yazıyı, yapılan röportajları, galiba artık daha önemli olan sosyal medyayı elimden geldiğince takip etmeye çalıştım. 

Ülkemin ne hayrı ne de yarını kaldı, emeği geçen herkesin ellerine sağlık. Türkiye kahramanlar yaratmaya en gönüllü ülkelerden biridir. Sanmayın bunlar bildiğimiz anlamda kahraman, onlar sisteme ışık tuttuğundan çok sistem onlara ışık tutar, alın size yeni nesil kahraman diye karşımıza sürerler. Ya yeterince ışık tutamadıkları, hala karanlıkta kalanlar? 

Doğru anladınız, ben diyorum ki, Nedim ve Ahmet kendi işinde gücünde bırakılsalardı yıllar geçse fark etmeyecektiniz birçok şeyi, ama ışık onlar için yandı, onlar bu davanın perde önü kahramanları oldular ve şimdi biz özgürlük davamızı onlara atıf ettik. 100 küsur kişi içinde iki kahraman. Türkiye'de sosyal örgütlenmelerin hala söylemler üzerinden değil de yaratılmış kahramanlar üzerinden daha kolay ilerlediğini fark ettiniz mi? Ülkem insanının önce ete kemiğe ihtiyacı var. 

Şimdi içimiz buruk geri kalanları bekliyoruz. Bu ülkeden kimsenin kaçmayacağını, hatta söylenecek ne varsa hayrımıza olacağını bildiğimiz halde, onları susturarak hayırlar diliyoruz. Biz diyorum, malum iki kişiden biri bu işte bayağı tetikleyici güç oldu. 

Dersim'i konuşmaya çabalarken, Sivas'ın perdelerini kapatıyoruz. Öldürülen insanların birilerinin kardeşi, eşi, babası, annesi olduğunu yok sayarak, susuyoruz. O çocuklar güya haddini aşan süre boyunca baba, anne, ağabey diyemediler, ama geçti değil mi, bitti?  

Siz dünyanın şanslı insanları bazı kelimeleri hiç kullanmadan yaşamanın nasıl bir şey olduğunu bilebilir misiniz? 

Siz dünyanın kural koyucuları, suç ve cezaya biçtiğiniz zamanı, Nedim'in kızının bu bir yılı ne zaman unutacağına ya da Sivas'ta babasını kaybeden çocuğun 20 yıldan sonra boğazına takılıp kalan hıçkırığın ne zaman düşeceğini söyleyebilir misiniz?

Bu arada tabii önce 4+4+4 yumrukları, tahliyeler, Sivas derken, gündemi çorbaya çevirmenin bir ülkeyi en iyi  yönetme biçimi olduğunu, bir anda çıkan gürültünün, sessizliğe bir kez daha nasıl büründüğünü önümüzdeki günlerde dişlerimizi sıkarak seyredeceğiz. Van'ı unuttuğumuz gibi tarihsel sıralamada gündem değiştireceğiz. 

Nedim, Ahmet, o, bu, şu, Sivas, Dersim, geçmişe çare bulamayan bir ülke, bugününü göremeyen savruk, dağınık bir bilinç, ya gelecek ne olacak? Bana artık herkes kendi çubuğunu çekmiş, üstündeki talimatlara göre var oluyor ya da yok oluyor gibi geliyor. Olmayan tek şey hak, hukuk, adalet. Benim anlamadığım biz onları mı arıyoruz, yoksa kapının ucundan kimin elini yakalayıp kurtarabiliriz diye hesaplar mı yapıyoruz? 

Defne babasına kavuştu ya biz şimdi iyiyiz, hayır değiliz. Başka bir Defne babasını özlemesin diye, başka bir Osman babasını sadece fotoğraflardan tanımasın diye, biz iyi olmamalıyız. Olmamalıyız ki, bir daha yaşanmasın! 


Birde tabii, ağzımdan çıkanı kontrol edenin Leviathan'ı, denetimlerini keşke yapsaydı da, 11 kişi o çadırda ölmeseydi! 

11 Mart 2012 Pazar

KONY 2012


"I wanna be like you dad, I wanna go Africa with you"


In our world, armies are establishing for wars, right now, we need an army for peace.

Sorulması Anlamsız Sorular! Güneşi de Kurt Kapmış!

Bu ara en çok duyduğum sorular ve çirkinlikleri. Peki, siz yeterince sordunuz, şimdi ben size sorayım! 

"Ee, mezun olduğunda ne yapacaksın?"
  • Maaşımda gözünüz mü var, işe girsem ne olur, girmesem ne olur?
  • Üstteki soruya göre oğluna mı alacaksın?
  • Benden o kadar hoşlanmıyorsun ki, iş arkadaşı olmamak için önlem mi alacaksın? 
"Hayatında biri var mı?"
  • Diyelim ki var, senin hayatında bir şey değişiyor mu? 
  • Benim yalnız olmam seni neden bu kadar rahatsız ve meraklı yapıyor? 
  • Diyelim birini seviyorum, benimle beraber sevecek misin, daha da kötüsü sevilecek misin? 
"Kalbinde kimse var mı?" (Bir önceki soruyu geçiştirmeyi başarmışım neyse) 
  • Ben sana çişin var mı diye soruyor muyum, kalbimden sana ne? (Eğer doğruyu söylemişsem bana yazdığını düşünüyorumdur, duyunca beni uzaya ışınla) 
"Okul bitiyor mu, ortalama nasıl?" 
  • Diyelim bitiyor, gelip benimle diplomayı alır mısın? 
  • Allah F gelmiş, şimdi sende mi mezun olamıyorsun? 
"Evde işler nasıl, herkesin sağlığı yerinde mi?" 
  • Sende benimle beraber kötü bir şeyi en azından bir gün duymamak için telefonunu çekmecelere saklayacak mısın? 
  • Evde yemek yok, bulaşık deterjanı bitmiş alır mısın? 
Mesele şu ki, ben saçma sapan sorulardan nefret ederim, her seferinde size küfretmekle kalmayıp, içimden çılgınca gülüyorum. Çünkü kocaman adamlar ve kadınlar olarak paylaşacak bir şeyimiz olmadığını, hatta birbirimizin hakkında pek de bir şey bilmediğimizi, klasik sorularla anı geçiştirmeye çalıştığımızı, daha da kötüsü çirkin ve üstümüze vazife olmayan meraklar taşıdığımızı düşünüyorum. Daha da büyük bir özgüvenle, benim hissettiklerimi anlayabileceğini varsayıyorsun ki, yahu ben sen aşık olunca midemde kelebekleri hissedebiliyor muyum? Zahmet olmazsa herkes kendi hayatıyla ilgilense mesela, onu dert etse, başkası için mutlu olma yalanını yaşamaktan şu kutsal pazar gününde vazgeçse. 

Güneşi de kötü kalpli kurt kapmış. Bu hafta da yağmurlu geçecekmiş, melankoliyle kavrulmuş saf neşe bizi bekliyor. 

Çarşamba günü Dot Tiyatrosu'nda Supernova'yı izleyeceğim, o zamana kadar kara bulutların tadını çıkarın. 

İyi pazarlar..

3 Mart 2012 Cumartesi

People Create Reasons.

Best snow ever. Human can used to or learn to love anything. I never love snow so much, until this year. Now, I'm smiling when I see from window, cause I know that I can fall down, but it is not gonna hurt me. I'll will continue to walk on my way and it will continue to bring its colours, happiness to my life. We can love anything or anybody which we don't love before, what we need is just a good reason. People create reasons. 

2 Mart 2012 Cuma

Şişenin Dibi, Bahtımın Karası Olsun Bari

Ben dedim önce ufaklık, sonra baktım koca adam. Yine benden habersiz. Ben sadece yürüyorum, ve bir yerde onu görüyorum. O beni görmeden gülümsüyor. İnsanlar bir tek fotoğrafları çekilirken gülümsemezler, gülme taklidi yaparlar. O bilmiyor beni. Hava çok soğuk aslında. Babadan kalmadır olta, hatta belki o evdedir, geleneği o devam ettiriyordur. Hepimizden mutludur kesin, balık tutmak Kant'ı anlamak gibidir zaten, ya tutarsın, ya tutamazsın hayat boyu. İşte o zaman denizdeki balıklardan biri olursun. Son birkaç saattir bir hıçkırık var boğazımda, çoğu haftanın yorgunluğundan, uzun yapılacaklar listesinden, sosyalleşmenin omzumda bıraktığı ağırlıktan. Çok özledim ben, şişenin dibinden yukarıya bakıyorum, her yer bulanık, gürültülü, ama çok yabancı, neredeyim ben? Kim o fotoğraftaki? Bu çocuk kim? Hoca hangi düdükle beni kenara çekeceksin? Yoruldum, sakatım, bir işine yaramıyorum, kes ipimi, oynatma artık kukla gibi. Bir şeyler yazmam lazım, bir senaryo ama düşünemiyorum bile. Kendinizi anlatın! Peki anlatayım o zaman. Ben çok kırgınım, çok yaralı, çok kan kaybetmiş, bir daha iyileşmeyeceğini hatta öleceğini bilen bir hastayım, ne yapmam lazım? Ya da ben hayatı bir tarafına bile takmayan, süreli süresiz zevkler üzerine ihtisas yapmış, oyuna 3-0 önde başlayan, seçilmişler meclisinin bir üyesiyim. O da olmadıysa düpedüz insanım be kardeşim, senin gibi? Hoş sen nesin bilmiyorum ya? Görsem sever miyim seni? Dur, bir dakika saçmalama limitinin kırmızı ışığı gözümü alıyor, susmam lazım, hatta gitmem, seninle konuşamam. Gülümsemem lazım.. Hatta hayatı halaya almam lazım.. Şişenin dibi, kara bahtımın cilvesi olsun bari..