29 Mayıs 2012 Salı

Kürtaj Yasası, demokraside sınıfta kalmaktır!

"Kürtaj bizim milli değerlerimize aykırıdır." 

"Kadının bedeni üzerinde söz söyleme hakkı vardır, müdahale etmemeliyiz, o zaman köprüden atlayana da mı müdahale etmeyelim?" 

"Her Uludere bir kürtajdır." 

Bir arkadaşım bir pankart paylaştı dün. Üzerinde ingilizce olarak "Hala bu şeyi protesto etmek zorunda olduğuma inanamıyorum" yazıyordu. Biz de soralım; iki üç gündür Türkiye'nin gündeminde neden "Kürtaj Yasası" var, biz neden bir anda kürtaj yasasını tartışmaya başladık ve yakında Bakanlar Kurulu bu konuda görüşecek? 

Kim kimin kulağına su kaçırdı bilinmez, ama bedenlerimiz gittikçe elden gidiyor, hayatlarımız, kararlarımız, özgürlüklerimiz..Doğmamış çocuklarımız dile düşmüş.. Hem Amerika'da hem de Avrupa'da yıllardır tartışılan bir konudur, Türkiye'ye geç gelen bir ses oldu bana sorarsanız. 

Elbette konuşulabilir, tartışılabilir, ama doktorlar ve bedenin bütünlüğünü savunan insan hakları savunucuları tarafından şüphesiz. Benim asıl derdim, böyle bir müdahale, yasaklama ya da yasalaştırmanın demokrasi kılıfına ne kadar sığdığı ya da sığmadığı. Sadece son bir kaç ayda bu konular üzerine okuduğum makalelere dayanarak sizlere söylebilirim ki, insan hakları çerçevesinde sivil topluma karşı gösterilen tutumdan sonra, en ciddi manevra ile karşı karşıyayız. Biz buna polis devlet diyoruz, ve maalesef yatak odasına kadar girme talebiyle bize yaklaşıyorlar. Bizlerse ne diyeceğimizi bilmiyoruz? Önce 3 çocuktu, sonra normal doğum teşviği, şimdi ise kürtaj yasası; söylem ise biz insanımız için en iyisini istiyoruz. 

Demokrasi adımlarıyla emekleyen bir ülke için kaçması gerekilen bir konunun içine düşüvermiş olduk. Bize dersimizde demokrasi ile ilgili söylenen bir örnek vardır. Düşünün ki, komşunuz ve eşi her gün kavga ediyorlar, belki vuruyor, ama  o kadın şikayet etmediği sürece müdahale edebilir miyiz, hayır edemeyiz. Demokrasi teorileri iki uç arasında gidip gelir, biri anarşiyle sonuçlanan özgürlükler ve diğeri ise yatak odasına kadar giren polis devlet. Bunun arasını bulmak mümkün değil mi? Elbette mümkün, ama Türkiye gittikçe maalesef yatak odasına doğru ilerliyor. Başbakan'ın verdiği köprü örneğinin de bizim için siyasi bilimde bir karşılığı vardır, ki bu gerçek bir vakadan alınmıştır: Topluca intihar etmek isteyen bir kabile, o gün ölürlerse cennete gideceklerine inanıyorlarmış, peki şimdi bunu bilerek ne yapmalı? Seyretmeli mi? İkna ederek engel olmaya mı çalışmalı? Benim anladığım Başbakanımız bu sefer dersine az çalışmış, ve şahsım adına Kürtaj Yasası kendisi ile birlikte öne sürülen sebepleriyle sınıfta kalmış. 

Teoriler ve tanımlar bir kenara, tıbbi olarak belirlenmiş kriterler doğrultusunda yıllar önce cenin ve birey ayrımı yapılmış, anne için sağlıklı olacak döneme kadar gebeliğin sonlandırılabileceği konusunda bir anlaşmaya varılmıştır. Gebeliği sadece istenen bir durum olarak görmek, bir kadın ve bir erkeğin ömür boyu taşıyacağı bir sorumluluğu ne zaman taşıyacağının kararının elinden alınması, daha da kötü sonuç ise illegal ve sağlıksız çözümlere yönlendirilmesi korkunç bir bakış açısı hatasının sonucu olabilir ancak. Eğer halktan olduğu iddia ediliyorsa, istenmeyen gebeliğin istenmeyen bir boğaz olduğu, tecavüzün en yaygın sonucunun gebelik olması, Türkiye'de doğum kontrol yöntemlerinin ve aile planlamasının özellikle Doğu'da hala ciddi bir sorun olarak görüldüğünü nasıl gözden kaçırırsınız? 

Her kadın anne olmak ister, her erkeğin baba olmayı istediği gibi, ama lütfen bunun ne zaman olacağına biz karar verebilir miyiz? Ve tıbbi olarak kürtaj cinayet değildir, hipokrat yeminini hiç bir doktor katil olmak için etmez, çiğnemeyin onları. Ama eğer bizi duyuyorsunuz Uludere'de olanlar cinayettir, katili de bellidir. 

Son olarak, biz sizlerin yaptığı kürtajlardan geriye kalanlarız, milliyetçiliğe, kemalistliğe, türke, kürde, aleviye, ermeniye, dile, dine.. Her gün içi biraz daha boşaltılan..Bizi her gün öldürüyorsunuz, farkında mısınız? 


19 Mayıs 2012 Cumartesi

Safi Meyhane/ Şişhane


Bu ayın ALLdecor dergisinde Safi Meyhane ile karşılaştım. Başlık "Yeni Nesil Modern Meyhane" gibi bir şeydi. Nisan ayının başında açılışı yapılmış, daha çok taze bir mekan. Meyhane, Turizm Araştırmacıları Derneği ve Yeni Rakı işbirliğinde gerçekleştirilen bir projenin ilk meyvesi, kendisinden bir çok yerde göreceğiz ilerleyen günlerde. Hiç vakit kaybetmedim ve bu cuma ziyaret ettim.

Safi Meyhane'nin hem artıları hem eksileri var. Ulaşımı çok kolay, bilenler için MissPizza'nın yanı, hemen Şişhane metrosunun çıkışında yer alıyor. Dekorasyonu genç ellere teslim edildiğinden, her köşesi ayrı keyifli bir mekanla karşılaşacaksınız. Sigara içebileceğiniz sembolik olmaktan uzak bir terası var, ki bu artık çok önemli, özellikle yaz kapıdayken. Çalışanların hepsi inanılmaz güleryüzlüler ve sizinle çok iyi iletişim kuruyorlar, gönül rahatlığıyla bahşiş verdiğim nadir restoranlardan biri oldu, belirtmeliyim. 

Müzik Göksel'den Sezen Aksu plaklarına geniş bir aralıkta, sizi çok da rahatsız etmeden arkadan muhabbete eşlik ediyor, korkmayın çok bağırmak zorunda kalmayacaksınız. 

Fakat yemekler için bu kadar iyimser olamayacağım. Patlıcan ezmesinden, pilakiye özellikle mezeleri yemesi pek keyifli değildi. Yaprak ciğer ve fava fena değildi, ancak yediğimiz hiçbir şeye "wov" demedik, ve porsiyonları birazcık küçüktü. Balığı denemeyi riskli bulduğum için "dana yanağı"ndan kullandım tercihimi. Hafif yağlı ama lezzetliydi. Beni en çok sevindiren şey ise, bir bir buçuk yıl sonra Hatay'ın kuru sulu kabağını tatlı menüsünde görmekti, yolunuz düşerse mutlaka yanınızda bir kaç kilo getirin. 

En geç ikide kapanıyormuş, Beyoğlu için erken bir saat. Kitle çocukludan gence kadar geniş bir yelpazeye yayılıyor. Genel eğilim erken gelip erken kalkmak. Fiyatlar alışılagelmiş gibi, hatta hesap önünüze geldiğinde "aa ne güzel" dedirtiyor.

Konsept ve fikir çok güzel, ancak rakı içilen bir mekan için mezelerin lezzetli olması önemli. 

Afiyet olsun, iyi pazarlar..

Daha fazla bilgi almak için: safimeyhane.com

17 Mayıs 2012 Perşembe

Araftan Boğaziçi'ne veda.. Gitmesem..Gitmesek..

Küçük bir kız yaşarmış Boğaziçi'nde..
Daha ilk geldiği gün gibi..
Heyecanlı ve hafif ürkek..
Ama bu sefer diplomalı..
Diplomalı bir umutlu..


Ne zamandır arafta yaşıyormuş gibi hissediyorum. Bir düzine veda kapıda bekliyor; ama iş, güç, staj, yeni hayat derken kendime geldim. İnsan kendi değerini galiba en çok bir balık gibi koca okyanusun ortasında debelenirken anlıyor, can havliyle kendimi sevmeliyim diyorsun. Sen nasıl hissedersen karşındaki öyle hisseder, seni öyle görür değil mi? 

Kocaman bir 5 sene. Hiç bitmez sanırken, haftaya hayatımda belki son kez öğrenci olarak o sıralara oturacağım. Dün defterlerime baktım, bir daha kullanıcak mıyım defter? Yoksa ajanda mı artık mesele? 

Beş senede ne kadar güldüm, ne kadar ağladım, ne kadar eğlendim, ne kadar delirdim, ne kadar isyan ettim, ne kadar şanslı oldum? Esasen çeteresini tutmadım, gözlerime bakın, yaralarım gözyaşlarımla sizleri selamlıyor. Canımdan can kopardılar, büyümek zormuş, o yüzdendir "sen eskiden" cümleleri hala kulaklarımda, siz bunu demekten alamıyorsunuz kendinizi. Evet, ben eskiden, ben, çok eski, çok eski bir zamanda, insan dediğin yerinde saymıyor, birileri senden çalıyor, ekliyor, buyrun bu yeni model.. Ben..

İçimde bir şey düğüm düğüm, şair gitmek mi daha zor kalmak mı demiş ama, gitmek zorundayken gidememek daha da zor. Kol keser gibi anıları bunu saklamayacağım deyip bir köşede unutulmaya bırakmak. Hayal kırıklıkların hiç olmamış, kimse gözünün içine bakıp yalan söylememiş gibi bir yıllıkta ya da yeni nesil linkedinde adını gördüğünde ondan iyi biriymiş gibi bahsetmek, hiç tanımadıkların tanıdıkların, tanıdıklarından tanımadıklarından gibi bahsetmek. Zor..

Bazen mesele ayakta durabilmektir, zararı hesaplamayacaksınız.

Çok çalıştım, başarısız olmayı dibine kadar hissettim, yeri geldi aptal diye bağırdım kendime, sen bu okulu nasıl kazandın, nasıl anlamazsın bunu diye vurdum kendime. Utandım, çekindim, öğrendim, başardım, mutlu oldum, kendi kendimi övdüm, Boğaziçi'nde başarının başkası için değil sadece kendin için olduğunu öğrendim. Hırslarımı arkadaşlıklarımın arkasına saklamayı, önce kendim sonra yanımdaki için sevinmeyi öğrendim. 

Biz aynı yarışta olmaktan, sağımızda koşandan arkamızda ya da önümüzde koşan kadar gurur duyan atlarız.. Malesef ve iyi ki öyleyiz. Biz Boğaziçiliyiz, iyi olmayı bazen yanındakinin iyi olmasından daha az önemseriz. 

Güvenmeyi öğrendim mi? Hayır, insanları olduğu gibi kabul etmeyi, öylece saygı duymayı ya da duymamayı alışkanlık edindim. Benden istiyorsun ama hakettin mi diye sormayı kendime bağıra çağıra söyledim, sonunda baktım, hiçbir şey vermez olmuşum kimseye. 

Ama en çok sevdiklerimi burada kazanmışım, mutluluktan hep burada ağlamışım, hayatta unutmam dediklerim, hala kahkahalarla hatırladığım anları burada yaşamışım. Kimsenin suratına bağırarak demedim "Ben Boğaziçiliyim" diye. Ama bugün giderken artık, bunun ne demek olduğunu daha bir farkındayım. Biz bu okulun bir öğrenci olmak için nasıl çok çalıştıysak, mezun olmak için de bir o kadar emek verdik. Bu yüzden ki, o kepi atarken hepimizde sulu gülücükler olacak. Bir de ben nedense mutlu olunca ağlayan bir moron olduğum için, bakalım o gün ne olacak? 

Her sayfanın sonunda bir hesap yapacak olsaydım, yeni bir ben lazım artık, bu beş yılın tatlısı pek bir tatlı, acısı hala yüreğimde. Şimdi gülümseyen anılarım benimle geliyor, ağlayanlar ise onlar hiç olmadılar gibi yapmalı artık! 

Ben o diplomayı alırken hayatın en sancılı sınavından mezun oldum. Huzuruma, huzursuzluğuma savaş açtım, kendinden başka hiçbir şeyi gözü görmeyen küçük insanların dünyasında kendi minicik dünyamı korudum.  

Ben başardım.. 

Bunu demek şu an bana yetiyor, ya sonrası? Şu an ya sonrası demediğim bir yerde, dimdik, eskisinden daha güçlü duruyorum, biliyorum her şey daha güzel olacak, çünkü ben büyüdüm, küçülerek büyüdüm, insanlar küçüldü, değersizleşti, söndü, siz yaptınız, bencillikleriniz, dar görüşlülüklerinizle, siz kaybettiniz, kayboldunuz..



13 Mayıs 2012 Pazar

Kadınların Yetiştirdiği Bir Kadın Ben ve Annem

Ben Merve. 
Annem için "Yavru", babaannem için "Maviş", halam için "Mermi", teyzelerim için "Merviş"im. 
Ne amazon, ne geyşa, ne feminist, ne kuma, ne berdel yok ismimin başında.
Kadınların yetiştirdiği bir kadınım.. 

Geleceğin yazgısının şimdide saklı olduğunu farkında olan, gelişmekten, değişmekten, "önce ailem, çocuklarım" demekten korkmayan, neşesini kederini bugüne taşırken anın kıymetini gülümsemeleriyle taçlandıran kadınların yetiştirdiği bir kadınım..

Annesi Selanik göçmeni, tatar kayınvalidenin gelini bir annaanne; Muş'ta kayınvalidesi ve kayınbiraderleriyle bir çatıyı paylaşan eşi tır şoförü bir babaannenin yetiştirdiği bir kadınım..


Anne, sen, 

Daha "anne" derken beni ağlatabilen kadınsın. Bir ömür boyu dönüşmeye çalışacağım, bir o kadar hızla da kaçmaya çalışacağım kadınsın. Güçlülüğün, bilgeliğin, kontrolün emsali; zor kızının zor kadınısın. Gözyaşlarını bir tek çaresizliğe akıtan kadınsın. Belki de bir ömür beni hiç anlamayacak, düpedüz zıt yansımam olan kadınsın. Ama beni en çok anlayan kadınsın. Zor hayatı hepimize kolaylaştıran kadınsın. 

Anne, sen, 

Hem bizim, hem hayatın tüm hırpalamalarına rağmen, ne güzelliğinden ne zerafetinden ne de duruşundan hiçbir şey yitirmedin, vazgeçmedin, eksilmedin, silinmedin. Bu yüzden de idolüm annen gibi olmak diyen sesler ile bizi hep gururlandırdın. 

Anne, sen, 

Sen bizim tek kişilik orkestramızsın, içinde olması gerektiği gibi hem acı hem tatlı sesleri barındıran..

Anne, 

En çok ben kızdım sana, en çok ben üzdüm; ama hiç söylemesemde, gösteremesemde, yapı bu, annesinin kızıyım, en çok ben sevdim seni, en çok ben eleştirsemde en çok  ben takdir ettim, saygı duydum sana. 

Anne, biz "sen olmasan ne yapardık" sorusunu sormaya dahi cesareti olmayan iki dalız, tek elle tutarsan düşeceğimiz, iki elin özlemini soluyan, sarsılmamıza bile izin vermediklerin..


Ben kadınların yetiştirdiği bir kadınım. Önce anne olmak öğretildi, sonra eş, arkadaş, kardeş, dost. 

Ve istiyorumki, Cihan'ın annesi bugün oğluyla, o annesiyle yüzlerce kez gurur duysun. 
Cumartesi'nin gözü yaşlı anneleri bugün canları daha az acıyarak "oğlum" desinler. 
Çocuklarının önünde şiddet gören anneler en azından bugün nefes alsınlar, lütfen..

Anneliklerini çıplak gözlerle görüp, yaşama fırsatı bulduğum, anne deyince aklımda sıralanan isimlerin anneler gününü kutlamak ve iyiki varsınız demek için iyi bir zaman: Evşen Çilingir, Ayten Okut, Sevim Öztorun, Neriman Aksoy, Helen Özbay, Gaye Bulut, Gönül Sürmen ve halacıklarım Züleyha Özduru, Tülin Sönmez, yengem Leyla Erdemli, teyzem Şeyda Delier.

Ve eğer yukarıdakinin aklı bu kadar karışmasaydı, teyzecim senden bir kopya olmazdı yeryüzünde. Anne olmadan da anne olunur, Sema Ak.

Ee artık telefon etmesem olur mu? 



5 Mayıs 2012 Cumartesi

Deko, Dekor: "HOME SWEET HOME"

"Nasıl yaşamak istersin", "Nerede yaşamak istersin"den hep daha fazla sorulan bir sorudur. Ben nerede yaşayacağını biraz daha fazla düşünenlerdenim. Evim, evimin konumu, mobilyalar, mobilya-aksesuar uyumu, en başta da  evimin beni yansıtması çok önemli benim için. Hani üstüne başına bir şey alanlardan çok evine ıvır zıvır alanlar vardır ya, moda dergilerindense dekorasyon dergilerini almaya eğilimli olanlar, o benim buyrun. 

Resimdeki ev, Karadağ'ın Budva bölgesinden iç çekerek önünden geçtiğimiz şanslı insanların cenneti.. Mavi ahşap camları, muhteşem bahçesi, dev bir gölgelik olan palmiyeleriyle; daha ne ister insan? Ben bir şey istemezdim, gerçekten, görgüsüzlüğün manası yok. 

Montenegro
Çiçekten böcekten anlamamama rağmen bahçeli bir evde oturmak, güneşli bir evde yere kadar camları olan bir salondan dışarıya bakmak hep hayalim olmuştur. Soyak'ın Bahçem ya da benzeri bir adı olan projesini bu sebeple çok beğendim. Çok şehrin içi olmasada şehrin içinde yeşil fikri hep çekici gelmiştir. 

Küçüçük bir kadın olmama rağmen, sağa sola çarpma ihtimalim yüksektir, önce ferahlık ve az eşya ararım o yüzden, minimalistlikten kırılmak üzereyim, yüksek tavana anında tav olur, geri kalan her şeyi unutabilirim. 

En güzel fon kitaptır. Koca bir duvar kitaplarla dolu olsa, önündede çok ama çok rahat bir okuma koltuğu kendini bulmuş olsa, kim korkar okumaktan? 

Siz nasıl bir ev hayal ediyorsunuz? Yoksa hepsini bir kenara bırakıp, keşke sevdiğim içinde olsa, küçük bir biblonun, siyah bir sandalyenin ya da duvarın renginin ne önemi mi var diyorsunuz? 


4 Mayıs 2012 Cuma

5 Haneli Blogger Olmak/OTOSANSÜR

Dün öğleden sonra Kerem'le konuşuyoruz. 

-Blogtan mı okudun?
-Okumadığımı mı zannediyordun? Okuyorum.
-Okumamanı tercih ederim. 

Buradan sonrasını pek hatırlamıyorum. Yaratıcılığım, çılgınlığım, ar damarım, hayal gücüm, o kelimeleri hep benden iyi kullanır, şüphesiz kendime güvenim ve ben olabilmeye duyduğum saygı ve daha nicesinde bu adamın katkısı büyüktür. Ah bir de (gerçekten bu ayrı mı bitişik mi bilmiyorum kerem, -de'siz okuyorum ama bilmiyorum işte! ) şu -de'ler..

Konu şuydu: Blogger olmak baştan aşağı sansürlü yaşamaktır. Konuşur gibi yazmak, ne hissediyorsam yazdım diye bir şey yok, hep daha fazlası, daha aslı vardır bir yerlerde, ama yazamazsın. 

Daha çok aşıksındır, acı çekiyorsundur yazamazsın, o okur.. 
Kemalistinden, muhafazakarından, milliyetçisinden, cumhuriyetçisinden nefret ediyorsundur, yazamazsın humanistsindir önce, yazamazsın..
Canın o gün aldığın kırmızı elbiseden bahsetmek ister, yazamazsın, ne o moda bloğuna mı döndün sende der biri..
Hükümete, yaşadığın topluma, %50'lik aynanın diğer tarafına kızmak istersin, yazamazsın, sende %50'sin bir yerde.. 
Gezdim, tozdum, içtim, ve.. demek istersin, durur bir an önce size ne dersin, sonra Trt1'deki teyzeye bağlanmış bulursun kendini..
Hayat ne boktan şeysin diye bağırmak istersin, önce annen duyar, herkese açık bir alandayız sonuçta, yazamazsın..
Ya da benim gibi blog üzerinden insanlara mesaj göndermek yerine mail, mesaj gibi modern çağın daha eski gereçlerini kullanmayı ilke edinmişsindir, yazamazsın..

Bu gece ya da yarın sabah öyle ya da böyle 10000 kere 100'lerce farklı kişi buradan geçmiş, ve klavyeye kustuklarımdan nemalanmış olacak. Ben aslında çok uzun ve karmaşık cümleler kuran, konuştuğundan hızlı hissettiği için pek de konuşmayı beceremeyen, sadece hisleri ve istekleriyle yaşamanın yanında insanlara gereksiz derecede saygı duyan bir dünyalıyım. Elimden geldiğince ülke tepetaklak olduğunda, sevdiğim şeyler beni bulduğunda, kameram parladığında size bir şeyler anlatmaya çalıştım. İlişkileri sevdiğinizi, siyasetten pek hoşlanmadığınızı, sergileri merak ettiğinizi ama pek gitmediğinizi, Eskişehir'in tercih edilen bir seyahat ili olduğunu sizden öğrendim. 

-Işığın o yansıdığı şekliyle şu an çok güzel gözüküyorsun! ( Bana sorarsanız en çirkin gözükdüğüm yer düşünerek yazılmış şu yazılar. Ben düşünürüm, çok düşünürüm, ama düşündüğümü yazarım, kutulara, duvarlara saklamam, ağzıma geleni söylerim, huzuru bir tek olduğum gibi olabildiğimde, hissettiğimi karşımdakine yansıttığımda bulurum, ben işte o zaman ben olurum. Ama burada değil. ) 

5 haneli bir yolculukta beni ve karışık aklımı paylaşan herkese sonsuz saygılarımla.. 

İyi haftasonları..

1 Mayıs 2012 Salı

İçimde erken bir yaz havası var!

Yaz derken hani bu okulların tatil olduğu, sabah uyanmanın dahi bir nedene ihtiyaç duymadığı hafif sarhoş zamanlardan bahsediyorum. Pardon, çok değil bir ay sonra benim için yaz diye bir şey olmayacak değil mi? Arı dediğinin mevsimi yok, harıl, harı, har.. 

Üstümde minicik yazlık şort, suratımda aptal bir gülümsemeyle şezlong yerine yatağın üzerine tünemiş, deniz yerine masanın üstündeki okunacaklara bakıyorum. Anlayacağınız, ruhum yanlış fonun önünde poz  veriyor, biri arkaya bir güneş bir deniz bir de kaslı şeyler koyabilir mi? 

Uzun tatilller iyi değildir, nasıl mesafelerin erkeklerin ilişkilerini kötü etkilediği gibi, konsantrasyon kaybı, ilişki sözlüğüne göre arzulama problemine giden yoldur. Tatilin yurtiçi, yurtdışı cıvığını çıkardığım şu son 10 günde, sudan çıkmış balık gibi hissetmem tabiiki tesadüf değil, ama mesele yeğen, kendine nasıl tekrar çeki düzen vereceğin..

Soldan sağa; özet çıkaran çocuk, maç peşinde koşan çocuk, otobüste uyuyan kız, et yiyen adam, fotoğraf çeken kız, Old Town'da koşturan kız, bira içen çocuk..
Neşem gırla, ruh halim çorba gibi, gezi yazılarından ben bile baydım. Senaryo yazmakla uğraşırken düşünerek yazma fikrinden tiksindim, zorlu günlerdi. Karadağ'ı çok merak ederseniz, Kotor Körfezi yazın  ve beş dakika resimlere bakın. Ama ben sizin için bir fotoğraf koyabilirim, o kadar tembel olmanın manası yok, yoksa full tembel modunda çalışmaktayım. 

Yeri gelmişken, zaman yer mekan yemek içki, hepsi küçük bahane, asıl olan bunlar olurken yanında kimlerin olduğu. Komik bir şey olduğunda, ya da güzel bir manzarada bir tek sen ve onlar olabiliyorsa, kafanda hayaletler,seninle seyahate çıkan dertler,tasalar yoksa, senden mesudu yoktur. Bende öyle bir on gün geçirmenin verdiği sonsuz bahtiyarlıkla normal hayata adapte olamamakta pek de haksız sayılmam. 

Külkedisi eve dönmeden, işçinin ve emekçinin bayramı kutlu olsun. Ne mutlu benim gibi onlarla vakit geçirme fırsatı bulup, iki kelimenin belini kırabilenlere, önce neşelerine sonra sıkıntılarına ortak olabilenlere, bugün küçücük bir bayrakla da olsa o meydanda onların seslerine hoparlör olanlara.. Camları kıranlara bir sözüm yok, onlara baştan bayramı anlatmak lazım. 


Kültürlenmek istiyorum diyenler için, olurda giderim, fikrim olsun derseniz, buyrun Hırvatistan için maviye, Bosna Hersek için sarıya tıklayın.